31 Mart 2014 Pazartesi

ah şu tesadüf olmasaydı sadece ufak bir kaza olarak kalacaktı

bisiklet turundan beraber eve dönerken, yolda birden bire duran arkadaşım seslenerek yardım istedi. hemen durup geri döndüm. bisikletinin vites sistemine bir poşet takılmıştı. poşete biraz asıldım ama çıkmadı. vites sistemine zarar vermemek için arttırıcıdan tutup da asılmak gerekti. yanımızdan geçen bir kadın da "kopartın kopartın" diye seslendi. öylesine laf olsun diye söylenip gidecek sandım ve kendisine "tabi tabi" mahiyetinde kafa sallayıp işe koyuldum. arttırıcıdan tutup ağır ağır asılarak poşeti yırttığım esnada kadın yanımda belirdi. hemen el attı ve poşeti dişlilerin arasından çıkarmaya çalıştı. ablacım niye elini zincir yağına bulaştırdın ki ben hallederdim dedim. olsun eve gidiyorum zaten dedi. istemsiz bir şekilde çoktan kenara kaymıştım bile. kadın öyle canla başla poşeti çıkarmaya çalışıyordu ki arkadaşımla şaşkın bir şekilde duruma ancak seyirci kalabildik. tamam abla biz hallederiz filan diyerek duyduğum mahcubiyeti ifade etmek istedim, belki bırakır diye umut ettim ama kadının beni hiç salladığı yoktu.  dişlinin bir tarafındaki poşeti çıkarmıştı bile ve diğer tarafa geçti. diğer tarafta da vızır vızır araçlar geçiyordu. abla araçlar geçiyor bak bırak sen biz hallederiz dedim. olsun az bişey kaldı şimdi çıkarırım dedi. artık mahcubiyetten geçip hafiften kadına kızmaya başlamıştım. diğer tarafta kalan poşet parçası da bir türlü çıkmak bilmedi. buna sivri bişey lazım dedi ve çantasını kurcalamaya başladı. ben de baktım ki kadın yılmayacak, çantasını kurcalarken fırsattan istifade bisikleti hemen kaldırıma çıkardım. çünkü yoldan vızır vızır araçlar geçiyordu ve kadın şuursuzca hareket ediyordu. çantasından bir törpü buldu ve elini uzattığı sırada artık dayanamayıp müdahale ettim. abla artık yeter törpünü de zincir yağına bulamana izin veremem dedim. yok yıkarım ben onu filan dese de bisikleti kendime doğru çekerek engel oldum. küçük bir parça kaldı zaten, onun bir zararı olmaz, evde arkadaş kendisi çıkarır kalanını dedim. kadın gidersiniz değil mi bak filan dedi. gideriz gideriz dedim. bu kısa konuşma sonrası kadının hareketlerine tezat bir şekilde gayet de aklı selim birisi olduğunu düşündüm. birkaç defa teşekkür ettim, çok sağolasın filan dedim. kadın da ne olacak ki ya filan diyerek tevazu gösterdi. 4-5 yaşlarında olan kızı yanımda duruyordu. ellerim yağlı olduğu için serçe parmağım ile yüzük parmağımın arasıyla yanağından bir makas aldım. fakat kız hiç tepki göstermedi. kızınız mı diye sordum. başını salladı kadın. bir sessizlik oldu. daha sonra birden bire sebepsizce içime ağır bir sıkıntı çöktü. kadının kıza bakışı, kızın o sadece emziğinin hareket ettiği tepkisiz duruşu çok tuhaftı. bu yaşta bir çocuk niye emzik kullanırdı ki. diğer yandan annesinin kızın elini bıraktığı ilk anı düşündüm. çocuk hiç kıpırdamadan onca süre sabit bir yere bakıp öylece durmuştu. en yaramaz olması gereken döneminde üstelik. daha sonra kadın kızına doğru yönelip elini tutarak gayet mekanik bir şekilde götürdü. en son; "benim yerime de gezin olur mu" dedi ve gitti...

o içime çöken sıkıntı iki gündür geçmek bilmiyor. bu kısacık anda edindiğim izlenim sonucu, o kadının  nasıl bir hayat sürüyor olduğu sorusu için kafamda tezahür eden şeyler canımı yakıyor. bir yandan "belki öyle değildir" diye kendimi avutmaya çalışırken bir yandan da "ya öyleyse" diye sorular sorarken buluyorum kendimi.

27 Mart 2014 Perşembe

bekle-me

yaşamını birşey beklemeden yaşayacaksın.

ne çok şey beklediğini biliyorsun;
gene, bekleyeceksin onları (elinde değil bu);
ama beklentilerinin ne ifade ettiklerini,
ne anlama geldiklerini - beklediğin, beklediklerinin de,
birgün tutup gelirlerse, onların da
ne ifade edeceklerini, ne anlama geleceklerini -
bilerek yaşayacaksın.

ne beklediğini bilerek - ama, beklemeden -
yaşayacaksın : en çok beklediğinin de, gelse bile birgün,
hiçbirzaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini
bilerek...

yaşamın bir bekleme olacak - ama,
beklemeden yaşayacaksın.

(de ki işte - oruç aruoba)

23 Mart 2014 Pazar

cafe de flore

Aslında kadın erkek ilişkileri konusunda ahkâm kesmemeyi kendime nasihat etmiştim ama bir şekilde okuduğum kitaplar, izlediğim filmler ile bu konunun içerisine sürükleniyorum işte. Elbette algıda seçicilik burada belirleyici bir etken; yalnız oluşum ve bunu kanıksayıp yaşam biçimi olarak benimseyişim, diğer yandan ontolojik soru(n)larıma cevaben aradığım karşılıklar, başka hayatları gözlemleyişim, bundan da öte belki de imrenişim bir şekilde beni buna çekiyor şüphesiz. Tabi burada işin içerisinde olan, yaşayıp tecrübe etmiş birisi olarak değil de sadece dışarıdan gözlemlemiş birisi olarak değerlendirmem umarım kabul görür. Yoksa inanın ben de hiç haddime olduğunu düşünmüyorum yani.

Cafe de flore, favori filmlerimden olan c.r.a.z.y.'nin yapımcısı Jean-Marc Vallée filmi. C.r.a.z.y.’nin bana düşündürdüklerini bir gün ifade etmeye çalışabilirim belki ama bu bir hayli zorlar, o yüzden ertelemeye devam bakalım şimdilik. Cafe de flore ise giriş kısmında saçmaladıklarımdan da anlaşılacağı üzere kadın erkek ilişkisi üzerine kurulu bir film. Fakat bunu ruh eşi kavramından ve bu kavramın da kökenini oluşturduğunu düşündüğüm annelik içgüdüsünden hareketle değişik bir boyutta ele almış. Bir hayli etkilendiğimi söylebilirim.

Müzik yine c.r.a.z.y.’de olduğu gibi filmin merkezinde yer almış. C.r.a.z.y. için bunu düşünmemiştim ama özellikle bu filmde yönetmenin; müziğin anı yaşamak, diğer bir ifade ile carpe diem kavramı ile yakından ilişkili olduğunu vurgulamaya çalıştığını söyleyebilirim. Müzik dinlemek tam da şimdiki zamanın içinde olmak demektir. Ne geçmişte, ne de gelecekte, tam o anda olmak. Parçanın içerisinde ezgilerin değişimi, o parçanın süreci içerisinde müdahale edilemez bir değişimdir. Mesela o pek sevdiğimiz parçanın giriş kısmı parçayı çalmaya başladığımızda başlar ve biteceği yerde biter; solo kısmı mesela 3. dakikadaysa o dakika çalacaktır ve bitmesi gerektiği zaman bitecektir. Bizler sadece dinleyici olarak o anın içerisinde oluruz. Sartre'ın Bulantı kitabında da buna benzer bir benzetme vardı yanılmıyorsam.

Peki hayatta ne kadar böyle yaşarız? “Şimdi”mizi, “şu an”ımızı bir müzik parçası gibi yaşayabilir miyiz? Pek yaşayanımız yoktur herhalde. Çünkü bizlere seçim şansı verilmiştir. Şu anımızı yaşamanın bizim seçimlerimizle ilişkili olduğu kanıksamışızdır bir kere. Bir müzik parçasındaki solonun 3. dakikada girmesi gibi bizim dışımızda bir kesinlikle değil de bizim seçimlerimiz doğrultusunda istersek 1. dakikada başlatabileceğimiz, istersek 5. dakikada başlatabileceğimiz sanrısı gibi. Diğer yandan seçimlerimiz geçmişten elde edilen tecrübenin geleceğe yansıtılma sanatı gibi düşünülebilir. Arada “şimdi”, “şu an” atlanarak tabi.

Burada çocukluk ve yetişkinlik kavramlarına değinilebilir. Çocuklar şüphesiz ki sürekli olarak şimdiki zamandan bahseden, “şu an”ın içinde bulunan varlıklardır ve bu konuda yetişkinlerle sürekli bir çatışma halindedirler. Yetişkinler, özellikle de anneler, çocuğu sürekli başına buyruk olmaktan alıkoyar, sürekli onun geleceğini güvence altına almak zorunda hisseder kendini. Adeta hayattaki misyonu buymuş gibidir.

Jacqueline, down sendromlu bir çocuğun annesi olarak annelik içgüdüsünün güçlü bir temsilcisidir filmde. Çocuğunun doğumundan sonra down sendromu açığa çıkınca kocası onu terk eder. Çünkü erkeklerde çocuklarına -veya herhangi bir şeye- karşı böylesi güçlü bir aidiyet yoktur, onlar kaçıp kendi hayatını yaşamayı seçerler, başka birisinin hayatı için kendi hayatlarından herhangi bir feragatta bulunmazlar. Ama kadının güçlü annelik aidiyeti bunu kabul etmez ve tüm hayatını kilisede ettiği yemin ile çocuğuna bağışlar.

Carole ise diğer annelik içgüdüsünün temsilcisidir. Hatta o kadar ki filmin sonunda Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğu filan ortaya çıkacaktır. Corole ile Antonie çocukluklarından beri birlikte olup, iki de çocuk yaparak hayatlarını birleştirmişlerdir. Beraber büyümüşler ve hep birbirlerinin ruh eşi olduğuna inanmışlardır. Fakat adam bu inancı bir yerde kaybederek ruh eşi kavramını sorgular. Ve sonuçta Carole'u sarışın güzel Rose’u tercih ederek terk eder.

Carole ile Jacqueline sürekli kitap okurlar mesela. Sürekli her şeyi bilmek, geleceği sağlama almak üzere farkındalık sağlamak peşindedirler. İkisi de şimdiki zamanından vazgeçmiş ve hayatlarını birisine adamış annelerdir. Antonie ve down sendromlu çocuğumuz ise geçmişten ve gelecekten nispeten kendini soyutlamış, ortak noktası müzik dinlemek olan ve şimdiyi, şu anı yaşayan erkeklerdir.

Kadınların uzun süren evliliklerde, belki de erkekleri ellerinde tutmak için annelik içgüdülerini devreye soktukları bilinir. Her işin kontrolünü ele alan, erkeğe güvenli bir gelecek sunan, onun yerine seçimler yapan bir anne rolünden bahsediyorum. Bunu etrafımızda da gözlemleyebiliriz.  Erkekler şüphesiz kadınlara kıyasla, özellikle gündelik yaşam pratikleri açısından değerlendirildiğinde bir hayli gerizekalı kalırlar. Birçok erkeğin kendisini eşine teslim edip ömrünü tamamladığı bilinir. Hatta karısı öldükten kısa bir süre sonra sebepsizce ölen yaşlı amca örnekleri filan vardır. Bu tıpkı küçük bir bebekken anneye olan muhtaçlığın yansıması gibi düşünülebilir.

Antonie ise bu kadere meydan okur ve 20 yıllık eşini terk ederek Rose ile yaşam kurar. O bir müzisyendir, müziği hisseden ve hayatını tıpkı müzik gibi yaşamak isteyen bir adamdır. O anı yaşamayı becerebilen ender insanlardandır. Bu açıdan o bir çocuk gibidir. Tıpkı çocuklar gibi sürekli şimdiden bahsedip durur. Tıpkı bir çocuk gibi başaramadığı ufak şeylere sinirlenir.

Ayrıldıktan sonra Carole Antonie’yi kendisini terk eden yaramaz çocuk olarak konumlandırmıştır. Bir gün bu yaramazlıktan vazgeçip kendisine döneceğine inanır. Fakat bu gerçekleşmeyince boşluğa düşer. Hayatına sürekli yeni anlamlar katmaya çalışsa da bunu başaramaz. Bir şeyler okur, rüyalarını yorumlar, incik boncuk işlerine sarar filan. En sonunda bir medyuma giderek Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğuna inanır. Paralel hayatındaki Jacqueline, kendini sarışın bir kız için terk eden oğlunu affetmez ve acı bir şekilde hepsini öldürür. Buna rüyalarında tanıklık etmiş olan Carole ise durumdan kendine vazife çıkararak, tabi annelik içgüdüsünden de vazgeçmeyip Antonie’nin yaramazlığını kabul eder. Antonie onun çocuğu gibidir, Rose ise olsa olsa gelini. O yine hayatını Antonie ve iki çocuğuna adamıştır ve kendi hayatından feragat etmiştir.

Aslında o kadar çok imge var ki filmde hiçbirine değinemedim. Mesela sualtı sahneleri iyiydi. İnsan sualtına daldığında, o anın içinde bulunduğunu çok güçlü hisseder. İki sevgilinin sualtına girip birbirlerine sarılmaları da, o anlarına sarılıp korumak olarak belki ifade edilebilir. Ya da ben salladım oldu işte :) Belki yetişkin bir erkek ile down sendromlu bir çocuk arasında paralellik kurarak da geniş anlamda bir mesaj vermek istemiştir. Neyse fazla da sallamadan kesmekte fayda var kimse okumaz bu kadar uzun yazıyı zaten.