30 Ekim 2014 Perşembe

uygarlık

“Uygarlık kişinin kendi gündelik yaşamını, daha geniş bir bütünün parçası; kendinden başka insanları -giderek, bütün insanları; insanlığı-  kapsayan bir çerçevenin içindeki bir olanaklı konum olarak görebilmesidir.

Böylece, uygar kişi hem kendi yaşamına dışarıdan bakabilen, hem de kendi yaşam biçimi dışındaki yaşama olanaklarına içten, içeriden bakmağa çalışan insandır.”

O.Aruoba – Yürüme Sf. 48

Şehirlerin uygarlığı yarattığı kadar, uygarlık da şehirler yaratmıştır herhalde. Uygarlıktan nasibini almış insan bunu beslemesi için daha çok insana, kalabalığa, yani şehre ihtiyaç duyar çünkü. Uygarlık içerisinde kendi konumunu ve kendi konumu içerisindeki uygarlığı sürekli olarak insanlarla –kendisinden başka, farklı insanlarla- sınaması, beslemesi gerekir. Ne kadar fazla olursa o kadar çok sınama imkânı bulur, o kadar çok besler kendi uygarlığını. Eğer bunu yapamazsa –dar bir çevrede kalırsa- kendisini sürekli tekrar eden bir sınamaya dönüşür uygarlığı ki buna artık sınamak denemez herhalde. Böyle olursa, kendini daha geniş bir bütünün parçası, bütün insanları ve insanlığı kapsayan bir bütünün parçası olarak hissetmekten uzaklaşır belki de.

Bu uygarlığın insan için pozitif ve yapıcı tarafı. Mesela iyi bir roman okuduğumuzda, yazarın kafasında çizmiş olduğu kahraman ile nasıl da bunu mükemmel yansıtabildiğine şaşırırız. Aslında kaleme alınan kahraman değildir, kahramanın gözünden tüm insanlığı kapsayan çerçeveyi şöyle bir gezer ve sonunda kendimize yönelerek bu çerçevenin neresinde olduğumuzu sorgularız.

Bunun bir de negatif ve yıkıcı tarafı vardır. Daha geniş bir bütünün parçası olarak hissetmek için, yani bir birey olarak toplumda homojenize olmanın en temel unsuru da sanıyorum ki adaletten yani karşılıklı adil olmaktan geçer. Bir birey olarak topluma karşı adil olmak, adil bir mesafede durmak; toplumun da kendisine karşı adil olduğu ve aynı mesafede durduğuna inanmak bu bütünlüğün en temel taşı olsa gerek.

Uygarlık dediğimiz şey çoğulluktan meydana gelir derken bu sadece kuru bir nicel çoğulluk olmasa gerek. Bu bütünü oluşturan çoğul (toplumsal) bilinç ile her bir tekil bilincin ortak değerleri ve kabulleri vardır. Bir birey olarak sindiremediğimiz şeyler olduğunda bunun toplum tarafından da sindirilmemesi gerektiğine inanırız. Keza toplum tarafından sindirilemeyen şeyler olduğunda bizim de bunu sindirememizin gerekliliği bireysel açıdan bir önkoşuldur.

Kendisini düşünsel anlamda besleyen, daha çok hikâyeye tanıklık eden,  uygarlıktan daha fazla nasibini alan kişinin eriştiği şuur şüphesiz ki daha hassas bir adalet terazi gerektirir. Bu hassasiyet tanık olunan her bir olay karşısındaki tutumumuza yansır ister istemez.

Uygarlığın insan için yapıcı tarafı ne kadar şehirlerde, sokaklarda veya gündemde cereyan ediyor bunu sanırım hiçbir zaman kestiremedim. Bu tür bir yabancılaşma her çağda yaşanmıştır elbet, bu belki de yapısal bir şeydir kim bilir. Fakat tonlarca ağırlıkta adaletsizliğin tüm çıplaklığıyla gözler önünde olduğu bir çerçevenin içerisinde, gramlık değerleri ölçen hassas terazisiyle insan kendisine nasıl olanaklı bir konum sağlayabilir?

20 Ekim 2014 Pazartesi

iki gün, bir gece ve elektriksiz evler

Film aslında üstünkörü bir şekilde kapital düzenin işsizlik ve ikramiye denen biri ceza diğeri ödül mekanizması üzerinde durmuş. Üstünkörü dememim sebebi sadece bu kısmına odaklanmış olması ve aslında bunun üzerinde dahi fazla derinleşmemesi. Bana durumu gayet objektif bir şekilde sunmuş gibi gelse de internetten baktığım yorumlarda “yönetmen öyle bir eleştiri yapmış ki kapitalizm gerçeğini tokat gibi suratımıza vurmuş” gibi şeyler de gördüm. Bu bizim tarafgirliğimizden de oluyor belki de. Kapitalizmin herhangi bir mekanizmasının olağan gerçekliğiyle yansıtılması, bu gerçekliğin tokat gibi suratımıza vurulması anlamına da geliyor ister istemez. İçerisinde yaşadığımız düzeni sindiremeden adapte oluşumuzun bizde yaratmış olduğu bir tür suçluluk psikolojisi midir nedir bu bilemiyorum. Evet hepimiz bu düzeni az çok kavrayabiliyoruz, her birimizin refahının bedelini bir başkası ödüyor bu adaletsizliği de görüyoruz, örtbas edilen ve göz önüne koyulanların ardındaki iradeden de haberdarız fakat tüm bunlara rağmen adapte olabiliyoruz işte bir şekilde. Çünkü adapte olmican da naapcan?

Film yazısı yazmayı pek beceremiyorum çünkü bağlamdan kopuyorum gördüğünüz üzere. Bu yazıyı yazmamın asıl sebebi de film değil herhalde, sadece kendimce denk geldiğim bir tesadüf üzerine bir şeyler yazmak istedim. Dün bu filmi izlemiştim, bugünse ödev yapabilmek için odasına bir lamba isteyen kızın hikâyesine denk geldim. Hikaye şu; okuyan, dahası okumaya bir hayli istekli görünen kızımızın evinde elektik bulunmaması sebebiyle ödevlerini hava kararmadan evvel yapmak zorunda kalması. Tesadüf dediğim şeyse ekşisözlükteki bir yorum; “bana depresyonda olduklarını anlatan, saçma sapan ve sebepsiz mutsuzluk atakları geçiren arkadaşlarıma izletmek istediğim videonun başkahramanı kızdır”

Aslında bu belki bir tesadüf dahi değil ama bana bir şeyler düşündürdü işte bir şekilde. Filmde ikramiyeye gerçekten ihtiyaç duyanlar ya depresyondaki kadın lehine oy kullandı ya da onunla yüz yüze gelmekten kaçtılar. Genellikle bu ikramiyeye aslında çok da ihtiyacı olmayanlar şiddetle reddetti. Bu açıdan filmin sonu çok manidardı. Nihayetinde kadın, yukardaki sözlük yazarının betimlediği şekilde bir profil sergilemiş olduğunun farkına vardı. Bırak hâlihazırdaki işi için mücadele etmeyi, başka bir yerde başka bir iş arama mücadelesi dahi verecek duruma geldi.

Bu sistemin belki de en büyük başarısı; insanları birbirine kırdırmak da dahil her imkanı kullanabilmesi ve sonuçta hep kazanan taraf olması. Belki de bu sistemi beslemek üzere çalıştırılanlar birer köledirler, bu açıdan depresyona girip çalışma hayatına sırt çeviren kişi masumdur. Ama diğer yandan da iş sahibi olamayan, mücadele ettiği halde kendisine fırsat tanınmayan (evinde elektriği olmayan) bireylerin böyle bir lükslerinin dahi olmaması gerçeği düşünülürse de suçludur. Kim bilir. Eh, bilip de naapcan?

27 Eylül 2014 Cumartesi

aklıma mukayyet olma

Bazen aklıma mukayyet olmanın büyük bir zaaf olduğunu düşünmeden edemiyorum. Aklın tahakkümü hissederken, bundan kurtulmuş olduğumu varsaydığımda, sahiden de algı kapılarının olmaması durumunda her şeyin olduğu gibi yani sonsuz görünebileceğini düşünürüm. Bu kestirilemez sonsuzluk hissi bir tür yükselme ile gelir; aklın duvarlarından birisini aşarken, tam da o esnada, diğer duvarların da tepesinden uzaklarda bir ufuk belirir. Diğer belirmeler gibi yaklaştıkça keskinleşmez üstelik bu. Nitelendirilemezse de varlığı şüphe götürmez. Tüm varlık ve gerçekliğe yeniden –yeni bir gözle- bakmayı sağlayan bir tür paradigma belirir, bu artık geri dönüşsüz bir yaklaşımdır.

Aklın duvarlarının kendime görünen yüzünde oluşturduklarımı gerçek olarak adlandırmam ne büyük bir aymazlıktır aslında. Oysa gerçeklik kavranabilir bir şey miydi ki onu göz önüne indirgemekle varlığını hissedebilmek mümkün olsun. Nihayetinde gerçeğin bir parçası olarak indirgenebilen tek şey bizatihi kendi varlığımdan başka ne olabilirdi ki.

Kavranabilen ve aslında kavranamayan, yani gerçekliğe en yakın şey belki de şu anda, şimdide gizlidir. Her şey şu an, şimdi oluyor, belki de olmuyor, kim bilir? Kimse bilemez. İşte bu yüzden bilmemek işlerlik kazanıyor. Burada ve şu anda! Şu hayatta bundan daha emin olabilecek neyimiz olabilir ki başka?

Niye geçmişteyim yahut gelecekte bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki tüm bunlar aklıma mukayyet olmamdan oluyor.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

alternatif hayat

Bloglarda, ekşisözlükte vb. insanların kendini ifade ettiği mecralarda, son zamanlar öylesine çok bunalmış insan portreleriyle karşılaşıyorum ki. Bunların birçoğu, bir tür aydınlanma paralelinde kaleme alınmış gibiler ve hafif öfke de içeriyorlar.  Fakat bunun, yazarın kendine dönük bir öfkesi olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Zira neye uyansak, daha önceden buna neden uyanmadığımıza hayıflanırız ister istemez.

Geçen bir yerde bir söze denk gelmiştim; “Anlamak değiştirir, bir şeyi anladığımız andan itibaren artık öncesindeki kişi değilizdir” gibi bişeydi.

Burada bir paradoksa değinmek gerek belki; bir şeylere uyanmak, bir şeyleri anlamak bizi değiştirirken, değişime uğramadan evvelki anlamlarımız, kendimizden koparamadığımız bir hatıra (hatırımızda, hatırı sayılır) mı olurlar?  Öyleyse eğer burada bir değişimden söz edilebilir mi? Böyle değilse, yani bir şeyi anladıktan sonra değişince eski anlamımızın kökünü kazıyorsak eğer, bu durumda bir değişimden söz edilebilir miyiz peki? Söz konusu değişimin aktörü “anlam” olunca bu da mümkün olmuyor. Anlamak öncesiyle ve sonrasıyla, karmaşık bir takım mukayeselerle, etkileşimlerle gerçekleşebilir ancak. Hiçbir şey gökten zembille inerek anlam kazanmaz herhalde. Böyle bir şey varsa da peygamberlere özgü filandır. Burada rasyonel zekâmız bize hemen “eklemek” fikrini uyandırarak orta yolu bulabilir. Yani öncesi olduğu yerde durur, biz üzerine yenilerini ekleriz şeklinde. Ama bu da bir yerde anlamanın doğasına aykırı gibidir. Çünkü anlamak, bir şeylere uyanmak yıkıcıdır. Artık eskisi gibi değilizdir, eskiye karşı tepki geliştirmemiz de kaçınılmazdır. Bu anlamdan da, değişimden de bağımsızdır aslında bir yerde…

Bizler pratikte hep bir şeylerin öğrenerek yaşanabileceğini kanıksamış, yaşayarak öğrenebileceklerimizi ise genelde es geçmiştik. Hal böyleyken daha çok öğrenerek daha çok yaşadığımızı varsaymıştık. Bazen ufak senkronizasyon kaymalarından çokça anlamlar çıkarmış ve stabil hayatlarımızı sekteye uğratmaya başlamıştık. Arayışa geçmiş, arayışımızı (her zamanki gibi) başka insanlar ve başka hayatlarda bulmuş, bu sefer de onlara imrenmiştik. Onların hayatlarını öğrenme isteği duyup onlar gibi yaşamak istemiştik.

Süreçler ve benzerlikleri bir tarafa bırakırsak; şu bunaldığımız hayatlarımızdan kaçışı “alternatif hayat”larda bulmamız pek güzel bir şey. Fakat anlam veremediğim şey bu durum için esas alınan odakta. İnsanın doğasına uygun yaşamasının alternatif olarak addedilmesi pek hoşuma gitmiyor. Bu bir tanımlama sorunu da değil üstelik, düpedüz düşünceden kaynağını alıyor.

Son zamanlarda birkaç arkadaşım, benim birtakım şeylere uyandığımı düşünmüş olacak ki şu alternatif hayat güruhlarından denk geldiklerini paylaşıyorlar. Benimkisi muhtemelen bir önyargı ama bu topluluklara hiç katılasım gelmiyor. Yazdıkları manifesto vari şeyleri okuduğumda düşüncelerinin çoğuna hemfikir olmama rağmen üstelik. Peki bu neden böyle oluyor diye düşündüğümde işte yukarıda saçmaladığım anlamak paradoksuna takılıyorum sanırım.

Bir şeylere uyanmak benim için bir yalnızlık sonucunu doğurmuştur hep. Belki de bunun sebebi anlamak paradoksundaki değişimleri hep kendi içimde tutuşumdandır. Hatta bunun kendi kişisel tutumumdan değil de insanlar böyle olması gerektiğini düşündürdükleri için kabullenmiştim. Bu öyledir ki “hayat”ıma sirayet edemezdi. Çünkü hayat dediğimiz şeyin pek öyle eğilip bükülebilir bir tarafı olmuyordu, öylesine katıydı işte. Bir şeylere uyanmak insanı değiştirebilirdi ama hayatı öyle pek kolay değiştiremezmiş gibi gelmişti. Ya da ben çok pasifim bilemiyorum. Bizler bu zamana kadar da hayatlarımızın bu şekilde seyir göstermesi üzerine çaba göstermiş değildik belki de. Sadece fırsatları değerlendirdik ve her şey bu şekilde gelişti belki. Belki de birçoğumuzun sorunu budur; kendi isteklerimiz doğrultusunda şekillendiremediğimiz hayatlarımızın sorumluluğunu, geçmişte ne istediğimizi bilememizin cehaletine yüklüyoruzdur.


Alternatif hayatın “alternatif” oluşu ne kadar genele göre marjinal bir hayat oluşuyla, ne kadar insanın kendi süregelen hayatına karşı geliştirdiği tavırla ilgili bunun farkına varmak lazım belki de. Fakat ben bu farkındalığın da pek bir şey ifade edeceğini düşünmeyenlerdenim. Çünkü her iki türlüsü de sonuçta bir tepki ve bir şeylere karşı tepki geliştirerek tam manasıyla hayatımıza vakıf olamayabiliriz.

(bkz: çok dallandırıp budaklandırarak bir şeyleri anlatmaya çalışıp sonuç olarak hiçbir şey anlatamamak)

8 Mayıs 2014 Perşembe

evim evim güzel evim - bahadır baruter


Ne kadar alakalı olur bilmiyorum ama bana Alber Camus'nun şu sözlerini anımsattı;

17. yüzyıl matematiğin çağıydı, 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi yani 20. yüzyıl ise korkunun çağıdır. Şimdi bana yanıt olarak korkunun bir bilim olmadığını söylenecek. Ama bilimin bununla yine de bir ilintisi var, çünkü bilimin son kuramsal ilerlemeleri onu kendi kendisini yadsımaya sürükledi, uygulamada eriştiği yetkinlik düzeyleri ise bütün dünyayı yıkıma götürme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Ayrıca korku tek başına ele alındığında, her ne kadar bir bilim sayılamaz ise de, onun bir teknik olduğundan kuşku duyulamaz. Çünkü yaşadığımız dünyada en çarpıcı nokta, insanların (...) çok büyük bölümünün bir geleceklerinin bulunmayışıdır. Oysa geleceğe, olgunlaşmaya ve ilerlemeye yönelik bir umut olmadan anlamlı bir yaşamdan söz edilemez. Bir duvarın önünde yaşamak, köpekler gibi yaşamaktan farksızdır. Gerek benim kuşağımın insanları, gerekse bugün işletmelere, fakültelere girmekte olan insanlar köpekler gibi yaşadılar ve yaşamaktalar. İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüzyüze yaşamaları elbet ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrının yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan başka değerlere atıfta bulunurlardı. Bugün ise (kendilerini yineleyip duranların dışında) artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyleri yıktı. Ve bu şey de insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu(...) İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır.

31 Mart 2014 Pazartesi

ah şu tesadüf olmasaydı sadece ufak bir kaza olarak kalacaktı

bisiklet turundan beraber eve dönerken, yolda birden bire duran arkadaşım seslenerek yardım istedi. hemen durup geri döndüm. bisikletinin vites sistemine bir poşet takılmıştı. poşete biraz asıldım ama çıkmadı. vites sistemine zarar vermemek için arttırıcıdan tutup da asılmak gerekti. yanımızdan geçen bir kadın da "kopartın kopartın" diye seslendi. öylesine laf olsun diye söylenip gidecek sandım ve kendisine "tabi tabi" mahiyetinde kafa sallayıp işe koyuldum. arttırıcıdan tutup ağır ağır asılarak poşeti yırttığım esnada kadın yanımda belirdi. hemen el attı ve poşeti dişlilerin arasından çıkarmaya çalıştı. ablacım niye elini zincir yağına bulaştırdın ki ben hallederdim dedim. olsun eve gidiyorum zaten dedi. istemsiz bir şekilde çoktan kenara kaymıştım bile. kadın öyle canla başla poşeti çıkarmaya çalışıyordu ki arkadaşımla şaşkın bir şekilde duruma ancak seyirci kalabildik. tamam abla biz hallederiz filan diyerek duyduğum mahcubiyeti ifade etmek istedim, belki bırakır diye umut ettim ama kadının beni hiç salladığı yoktu.  dişlinin bir tarafındaki poşeti çıkarmıştı bile ve diğer tarafa geçti. diğer tarafta da vızır vızır araçlar geçiyordu. abla araçlar geçiyor bak bırak sen biz hallederiz dedim. olsun az bişey kaldı şimdi çıkarırım dedi. artık mahcubiyetten geçip hafiften kadına kızmaya başlamıştım. diğer tarafta kalan poşet parçası da bir türlü çıkmak bilmedi. buna sivri bişey lazım dedi ve çantasını kurcalamaya başladı. ben de baktım ki kadın yılmayacak, çantasını kurcalarken fırsattan istifade bisikleti hemen kaldırıma çıkardım. çünkü yoldan vızır vızır araçlar geçiyordu ve kadın şuursuzca hareket ediyordu. çantasından bir törpü buldu ve elini uzattığı sırada artık dayanamayıp müdahale ettim. abla artık yeter törpünü de zincir yağına bulamana izin veremem dedim. yok yıkarım ben onu filan dese de bisikleti kendime doğru çekerek engel oldum. küçük bir parça kaldı zaten, onun bir zararı olmaz, evde arkadaş kendisi çıkarır kalanını dedim. kadın gidersiniz değil mi bak filan dedi. gideriz gideriz dedim. bu kısa konuşma sonrası kadının hareketlerine tezat bir şekilde gayet de aklı selim birisi olduğunu düşündüm. birkaç defa teşekkür ettim, çok sağolasın filan dedim. kadın da ne olacak ki ya filan diyerek tevazu gösterdi. 4-5 yaşlarında olan kızı yanımda duruyordu. ellerim yağlı olduğu için serçe parmağım ile yüzük parmağımın arasıyla yanağından bir makas aldım. fakat kız hiç tepki göstermedi. kızınız mı diye sordum. başını salladı kadın. bir sessizlik oldu. daha sonra birden bire sebepsizce içime ağır bir sıkıntı çöktü. kadının kıza bakışı, kızın o sadece emziğinin hareket ettiği tepkisiz duruşu çok tuhaftı. bu yaşta bir çocuk niye emzik kullanırdı ki. diğer yandan annesinin kızın elini bıraktığı ilk anı düşündüm. çocuk hiç kıpırdamadan onca süre sabit bir yere bakıp öylece durmuştu. en yaramaz olması gereken döneminde üstelik. daha sonra kadın kızına doğru yönelip elini tutarak gayet mekanik bir şekilde götürdü. en son; "benim yerime de gezin olur mu" dedi ve gitti...

o içime çöken sıkıntı iki gündür geçmek bilmiyor. bu kısacık anda edindiğim izlenim sonucu, o kadının  nasıl bir hayat sürüyor olduğu sorusu için kafamda tezahür eden şeyler canımı yakıyor. bir yandan "belki öyle değildir" diye kendimi avutmaya çalışırken bir yandan da "ya öyleyse" diye sorular sorarken buluyorum kendimi.

27 Mart 2014 Perşembe

bekle-me

yaşamını birşey beklemeden yaşayacaksın.

ne çok şey beklediğini biliyorsun;
gene, bekleyeceksin onları (elinde değil bu);
ama beklentilerinin ne ifade ettiklerini,
ne anlama geldiklerini - beklediğin, beklediklerinin de,
birgün tutup gelirlerse, onların da
ne ifade edeceklerini, ne anlama geleceklerini -
bilerek yaşayacaksın.

ne beklediğini bilerek - ama, beklemeden -
yaşayacaksın : en çok beklediğinin de, gelse bile birgün,
hiçbirzaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini
bilerek...

yaşamın bir bekleme olacak - ama,
beklemeden yaşayacaksın.

(de ki işte - oruç aruoba)

23 Mart 2014 Pazar

cafe de flore

Aslında kadın erkek ilişkileri konusunda ahkâm kesmemeyi kendime nasihat etmiştim ama bir şekilde okuduğum kitaplar, izlediğim filmler ile bu konunun içerisine sürükleniyorum işte. Elbette algıda seçicilik burada belirleyici bir etken; yalnız oluşum ve bunu kanıksayıp yaşam biçimi olarak benimseyişim, diğer yandan ontolojik soru(n)larıma cevaben aradığım karşılıklar, başka hayatları gözlemleyişim, bundan da öte belki de imrenişim bir şekilde beni buna çekiyor şüphesiz. Tabi burada işin içerisinde olan, yaşayıp tecrübe etmiş birisi olarak değil de sadece dışarıdan gözlemlemiş birisi olarak değerlendirmem umarım kabul görür. Yoksa inanın ben de hiç haddime olduğunu düşünmüyorum yani.

Cafe de flore, favori filmlerimden olan c.r.a.z.y.'nin yapımcısı Jean-Marc Vallée filmi. C.r.a.z.y.’nin bana düşündürdüklerini bir gün ifade etmeye çalışabilirim belki ama bu bir hayli zorlar, o yüzden ertelemeye devam bakalım şimdilik. Cafe de flore ise giriş kısmında saçmaladıklarımdan da anlaşılacağı üzere kadın erkek ilişkisi üzerine kurulu bir film. Fakat bunu ruh eşi kavramından ve bu kavramın da kökenini oluşturduğunu düşündüğüm annelik içgüdüsünden hareketle değişik bir boyutta ele almış. Bir hayli etkilendiğimi söylebilirim.

Müzik yine c.r.a.z.y.’de olduğu gibi filmin merkezinde yer almış. C.r.a.z.y. için bunu düşünmemiştim ama özellikle bu filmde yönetmenin; müziğin anı yaşamak, diğer bir ifade ile carpe diem kavramı ile yakından ilişkili olduğunu vurgulamaya çalıştığını söyleyebilirim. Müzik dinlemek tam da şimdiki zamanın içinde olmak demektir. Ne geçmişte, ne de gelecekte, tam o anda olmak. Parçanın içerisinde ezgilerin değişimi, o parçanın süreci içerisinde müdahale edilemez bir değişimdir. Mesela o pek sevdiğimiz parçanın giriş kısmı parçayı çalmaya başladığımızda başlar ve biteceği yerde biter; solo kısmı mesela 3. dakikadaysa o dakika çalacaktır ve bitmesi gerektiği zaman bitecektir. Bizler sadece dinleyici olarak o anın içerisinde oluruz. Sartre'ın Bulantı kitabında da buna benzer bir benzetme vardı yanılmıyorsam.

Peki hayatta ne kadar böyle yaşarız? “Şimdi”mizi, “şu an”ımızı bir müzik parçası gibi yaşayabilir miyiz? Pek yaşayanımız yoktur herhalde. Çünkü bizlere seçim şansı verilmiştir. Şu anımızı yaşamanın bizim seçimlerimizle ilişkili olduğu kanıksamışızdır bir kere. Bir müzik parçasındaki solonun 3. dakikada girmesi gibi bizim dışımızda bir kesinlikle değil de bizim seçimlerimiz doğrultusunda istersek 1. dakikada başlatabileceğimiz, istersek 5. dakikada başlatabileceğimiz sanrısı gibi. Diğer yandan seçimlerimiz geçmişten elde edilen tecrübenin geleceğe yansıtılma sanatı gibi düşünülebilir. Arada “şimdi”, “şu an” atlanarak tabi.

Burada çocukluk ve yetişkinlik kavramlarına değinilebilir. Çocuklar şüphesiz ki sürekli olarak şimdiki zamandan bahseden, “şu an”ın içinde bulunan varlıklardır ve bu konuda yetişkinlerle sürekli bir çatışma halindedirler. Yetişkinler, özellikle de anneler, çocuğu sürekli başına buyruk olmaktan alıkoyar, sürekli onun geleceğini güvence altına almak zorunda hisseder kendini. Adeta hayattaki misyonu buymuş gibidir.

Jacqueline, down sendromlu bir çocuğun annesi olarak annelik içgüdüsünün güçlü bir temsilcisidir filmde. Çocuğunun doğumundan sonra down sendromu açığa çıkınca kocası onu terk eder. Çünkü erkeklerde çocuklarına -veya herhangi bir şeye- karşı böylesi güçlü bir aidiyet yoktur, onlar kaçıp kendi hayatını yaşamayı seçerler, başka birisinin hayatı için kendi hayatlarından herhangi bir feragatta bulunmazlar. Ama kadının güçlü annelik aidiyeti bunu kabul etmez ve tüm hayatını kilisede ettiği yemin ile çocuğuna bağışlar.

Carole ise diğer annelik içgüdüsünün temsilcisidir. Hatta o kadar ki filmin sonunda Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğu filan ortaya çıkacaktır. Corole ile Antonie çocukluklarından beri birlikte olup, iki de çocuk yaparak hayatlarını birleştirmişlerdir. Beraber büyümüşler ve hep birbirlerinin ruh eşi olduğuna inanmışlardır. Fakat adam bu inancı bir yerde kaybederek ruh eşi kavramını sorgular. Ve sonuçta Carole'u sarışın güzel Rose’u tercih ederek terk eder.

Carole ile Jacqueline sürekli kitap okurlar mesela. Sürekli her şeyi bilmek, geleceği sağlama almak üzere farkındalık sağlamak peşindedirler. İkisi de şimdiki zamanından vazgeçmiş ve hayatlarını birisine adamış annelerdir. Antonie ve down sendromlu çocuğumuz ise geçmişten ve gelecekten nispeten kendini soyutlamış, ortak noktası müzik dinlemek olan ve şimdiyi, şu anı yaşayan erkeklerdir.

Kadınların uzun süren evliliklerde, belki de erkekleri ellerinde tutmak için annelik içgüdülerini devreye soktukları bilinir. Her işin kontrolünü ele alan, erkeğe güvenli bir gelecek sunan, onun yerine seçimler yapan bir anne rolünden bahsediyorum. Bunu etrafımızda da gözlemleyebiliriz.  Erkekler şüphesiz kadınlara kıyasla, özellikle gündelik yaşam pratikleri açısından değerlendirildiğinde bir hayli gerizekalı kalırlar. Birçok erkeğin kendisini eşine teslim edip ömrünü tamamladığı bilinir. Hatta karısı öldükten kısa bir süre sonra sebepsizce ölen yaşlı amca örnekleri filan vardır. Bu tıpkı küçük bir bebekken anneye olan muhtaçlığın yansıması gibi düşünülebilir.

Antonie ise bu kadere meydan okur ve 20 yıllık eşini terk ederek Rose ile yaşam kurar. O bir müzisyendir, müziği hisseden ve hayatını tıpkı müzik gibi yaşamak isteyen bir adamdır. O anı yaşamayı becerebilen ender insanlardandır. Bu açıdan o bir çocuk gibidir. Tıpkı çocuklar gibi sürekli şimdiden bahsedip durur. Tıpkı bir çocuk gibi başaramadığı ufak şeylere sinirlenir.

Ayrıldıktan sonra Carole Antonie’yi kendisini terk eden yaramaz çocuk olarak konumlandırmıştır. Bir gün bu yaramazlıktan vazgeçip kendisine döneceğine inanır. Fakat bu gerçekleşmeyince boşluğa düşer. Hayatına sürekli yeni anlamlar katmaya çalışsa da bunu başaramaz. Bir şeyler okur, rüyalarını yorumlar, incik boncuk işlerine sarar filan. En sonunda bir medyuma giderek Jacqueline’in reenkarnasyonu olduğuna inanır. Paralel hayatındaki Jacqueline, kendini sarışın bir kız için terk eden oğlunu affetmez ve acı bir şekilde hepsini öldürür. Buna rüyalarında tanıklık etmiş olan Carole ise durumdan kendine vazife çıkararak, tabi annelik içgüdüsünden de vazgeçmeyip Antonie’nin yaramazlığını kabul eder. Antonie onun çocuğu gibidir, Rose ise olsa olsa gelini. O yine hayatını Antonie ve iki çocuğuna adamıştır ve kendi hayatından feragat etmiştir.

Aslında o kadar çok imge var ki filmde hiçbirine değinemedim. Mesela sualtı sahneleri iyiydi. İnsan sualtına daldığında, o anın içinde bulunduğunu çok güçlü hisseder. İki sevgilinin sualtına girip birbirlerine sarılmaları da, o anlarına sarılıp korumak olarak belki ifade edilebilir. Ya da ben salladım oldu işte :) Belki yetişkin bir erkek ile down sendromlu bir çocuk arasında paralellik kurarak da geniş anlamda bir mesaj vermek istemiştir. Neyse fazla da sallamadan kesmekte fayda var kimse okumaz bu kadar uzun yazıyı zaten.

2 Şubat 2014 Pazar

philip seymour hoffman

doubt, love liza ve daha aklıma şu an gelmeyen bir çok filmde can sıkıntısı çeken karakterleri çok iyi canlandırması bir yana, en az senede 1 kez izlediğim ve her izleyişimde beni benden alan synedoche new york filminin caden'ını sanırım ondan daha iyi kimse canlandıramazdı. çok gençti. belki de daha nice sıkıntılı karakterler canlandıracaktı. ama gitti işte. toprağı bol olsun.

11 Ocak 2014 Cumartesi

poetry (shi)


Zaman akıp giderken biz de yitip gideriz. Güzelliğimiz gider, renklerimiz gider, kelimelerimiz gider. Bizden giderken çevremizden de gider. Geriye anlatabilecek ne güzellikler kalır, ne de renkler; zira kelimelerimiz gitmiştir. Zihnimizden ziyade gönlümüzden ırak olmuşlardır bir kere…

Güleç yüzlü, rengârenk giyinen yaşlı bir kadın, zamana meydan okurcasına, kendinden ve çevresinden yitip gidenleri değil de yeşeren güzellikleri tasvire girişir ve şiir yazmaya karar verir. Sürekli kelimeleri unutan bir alzheimer hastasının şiir yazma serüveni bu ironiyi perçinler şüphesiz. Fakat bu meydan okuma serüveni, intihar eden küçük bir kızın hayatıyla kesişince yön değiştirir. O sürekli çevresindeki güzellikleri tasvir etmeye çalışırken ortada büyük bir acı gerçek vardır çünkü. Kendini keşif süreci başka bir kapıya, bu gerçekliğe dayanır artık. Herkes bu gerçekliği unutturmaya çalışsa da o alzheimerlı haliyle bu unutuluşa meydan okur bu sefer. Sürekli denemesine rağmen hiçbir zaman bir şiir yazamayacağını düşünür. Çünkü gönlündeki güzelliklere gölge düşürmüştür artık. Gönlünden kelimeler dökülemez bir türlü. Kendini en güzel hissettiği zamanı anlatırken ağlar mesela. Çünkü bu küçük kız tam da o yaşlarda canına kıymıştır.

Şiir yazmak öyle parasını verip kursta öğrenebilecek bir yeti değildir sözüm ona. Tıpkı canına kıymış bir kızın kefaretinin parayla ödenemeyeceği gibi. Sonuçta kursta tek bir kişi bile şiir yazamaz. Diğer yandan yaşlı kadın torununu ihbar ederek kendi payına düşen kefareti öder. Kursta tek şiir yazan da kendisi olmuştur. Gönlünden kelimeler ancak bu küçük kızın şarkısı olarak çıkabilmiştir.