7 Aralık 2013 Cumartesi

pieta

Pieta aylardır bilgisayarımda duran fakat bir türlü izlemeye kıyamadığım bir filmdi. Ben ki ara ara sırf doyurucu bir film izlemek istediğimde, herhangi bir kim ki duk filmi açıp tekrar tekrar izlerim. Pieta izlemediğim tek kim ki duk filmi olarak bir süre dursun istedim. Ayrıca izlemek için ona güzel bir zamanımı ayırmayı tasarlamıştım. Ne bileyim akşam işten çıkıp eve geldiğimde izlersem yazık olurdu. Neyse ki bugün güzel bir uyku sonrası öğlenin bir vaktinde uyanıp kuruldum karşısına.

Aslında beklediğimden çok farklı bir film çıktığını söyleyebilirim. Şu an duygusal manada darmadağın bir haldeyim, kafamda ucu birbirinden bağımsız birçok imge var. Kim ki duk sağ olsun fena halde üzdü beni. Şu durumda sıcağı sıcağına hakkında bir şeyler yazmanın da pek sağlıklı olmadığını biliyorum. Ama daha sonra hakkında bir şey yazmaya üşeneceğimi de biliyorum.

Kim ki duk da rahatsız edici yönetmenler kervanına mı katıldı sorusunu sordurtan cinstendi. Önceki filmlerini şöyle bir düşündüğümde, genel itibariyle her biri gayet naif, gayet dingin bir anlatım ve kurguya sahip, fakat verdiği mesajlar açısında da etkileyici filmlerdi. Fakat bu filmin anlatımı da kurgusu da çok rahatsız edici cinsten. Diş gıcırdatan ağır sahneleri var ve hikâye sona doğru iyice tırmandırıp en sonunda tepeden aşağı atıyor izleyiciyi.

Tesadüf ya en son izlediğim kore filmi olan breathless ile pieta şiddet ve aile dramı konusu açısından birbirlerinin devamı gibi oldu. İkisinde de aile dramı neticesinde psikopat olmuş bir adam başrolde. Hatta o kadar ki iki filmde de bu psikopatlar tefeciden alınan borçları tahsil etmek işi ile meşguller. Breathless’de döverek tahsilat söz konusuydu ama bunda daha da ağır bir şekilde insanları sakat bırakıp alacakları sigortadan tahsil etme acımasızlığı var. Kore’de böyle bir sıkıntı var demek ki, bizde de bir dönem olduğu gibi... Belki hala da vardır tabi.

Ama bu film kim ki duk filmi olduğundan kıyas kabul etmez benim nazarımda. Her ne kadar üslubu değiştirmiş olsa da baki kalan şeyler var çünkü. Mesela olay örgüsü, kullanılan imgeler gibi.

Bazen düşünürüm; mesela büyükşehirlerde kurulu organize sanayi bölgelerinde irili ufaklı binlerce atölye vardır ve buralarda insanlar para kazanarak hayat kurarlar. Sabahtan akşama kadar aynı tezgâhta ömür çürüterek karşılığında huzurlu bir yuva inşa etmeye çalışırlar. Bu yuvada bir çocuk büyür, daha sonra da o ileride aynı şekilde yuva kurar. Filmde de görüldüğü üzere, mesela ömrünü bir tezgâhta tüketip de yuva kuramayanlar da vardır ki o da intihar etti zaten.

Tüm bu hayat tezgâhının enerjisi paradır neticede. Ama bir de borçlanma imkânı sunulur ya hani. Bir nevi bugün için gelecekten gün çalmak misali. Bazı hayatların geleceği yoktur aslında, aynı tezgâhta hayat tüketmek üzere programlanmasına rağmen olmayan gelecekten gün çalmaya kalkışabilirler. Tabi sistem bunları fena halde cezalandırmaktan geri kalmayacaktır. Ne yuvalar bozulur, ne hayatlar harcanır bu yüzden. Tam da burada insanlık sorgulanabilir işte. Para metasının harcanabilir bir değerden öte insanların hayatlarını harcayan korkunç tarafı düşünülürse.

İnsanlık demişken; hepimizin sağlıklı bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği için, kolektif bilinçdışı terazisiyle vicdan oluşumu için, para gibi somut bir şeyin, öznel tüm değerlerin tosladığı nesnel bir duvar görevi görmesine ne demeli? Bir çocuk annesiz büyürse mesela bu öznel durumu toplum nasıl göğüsler ve onu nasıl kendisine kazandırabilir? Herkesin para peşinde koştuğu hayat koşturmacası elbette onu yalnız bırakacaktır. Herkes tezgahında kendi yuvasını ayakta tutmaya yetebilecektir. Peki öyleyse ona bu para düzeninde nasıl bir rol biçilebilir? Tabii ki de psikopatlık. İnsanları sakat bırakarak para tahsil eden, fakirden alıp zengine vermek misyonu yüklenilmiş ekonomik birim olur. Hepimiz bir ekonomik birimiz bu sistemde değil mi? Parayla ölçmediğimiz ne kaldı ki insanlığımız kalsın.

Ama tüm bu acımasızlıkları, toplumun göğüsleyemediği her ne varsa göğüsleyecek annelik olgusu da vardır. Bir anne bu para düzenine kurban verdiği oğlunun intikamını nasıl alabilir? Para karşılığı bir silah alıp oğlunun katilini öldürerek mi? Ama böyle olmaz. Öylesine bir intikam alır ki hani bu kendi bireysel intikamından çok daha fazlasını ifade eder. Çünkü onun için ölüm sadece yakınlarına hissettirdiğiyle acımasızlıktır, yoksa kendisinin de dediği gibi; ölmek nedir ki? Ölümden beteri de vardır ve aslında şu hayat tezgâhlarında tükenenler ölümden beter bir yaşamı sürdürmektedir.

Annesiz bir vicdansıza önce anne olur sonra da ona vicdan kazandırır. Ama en sonunda öylesi bir intikam alır ki; annesini (yani kendini) öldürerek onu vicdanıyla baş başa bırakır, ölümden beter olan o duruma sokar. Sonunda o da bu duruma dayanamayıp oğlu gibi yine bir kanca vasıtasıyla intihar eder.

Çok acayip bir filmdi yani bu kadar şey yazıp da hala giriş dahi yapamadığımı hissediyorum. Ama burada bırakacağım yoruldum.

1 Aralık 2013 Pazar

the broken circle breakdown

Zıt karakterde insanların birbirlerine aşık olması meselesi eskiden beri kafamı kurcalamıştır. Sonraları Nietzsche’nin bu konu hakkında denk geldiğim bir yazısı ile bende hafiften anlam kazanmıştı aslında. Fakat belki de bu konuda denk gelmiş olduğum tek düşünce olduğu için kendimi inandırmış da olabilirim. Alıntılamam için kitaptan bulmam gerek ki bu zor bir iş. Genel olarak düşünce; aşkın iki insan arasındaki uzaklıkları sevinç yoluyla aşmak üzere açığa çıkan bir his olduğuydu. Takdir edersiniz ki bu uzaklık arttıkça aşılacak mesafe de artacağı, belki böylece daha uzun bu hissin duyulabileceği sonucu dahi çıkartılabilir. İki insanın birbirini tamamlaması olarak da tanımlanır keza. Farklılıkların olduğu yerde de tamamlanacak çok şey var demektir. Ama genel kanıya göre birbirine yakın insanların âşık olabileceği, ortak noktası olan insanların paylaşacak çok şeyi olacağı şeklinde bir değerlendirme söz konusudur. Fakat çevremizdeki bunun aksine örneklere sıkça rastlarız. Diğer yandan yük olarak da addedebileceğimiz "kendi"ni, daha açık ifadeyle egoyu karşı cinse karşı geliştirilen bu tuhaf his ile birlikte bir köşeye bırakma durumu söz konusu. Tabi bu kişi ne kadar bizden başka bir pencereden bakıyorsa o kadar bu fonksiyon işlerlik kazanabilir.

Uzun bir giriş oldu ama umarım filmle bağlayarak hakkını verebilirim. Filmde zaten adı üstünde, çemberin anlattığı çok şey olduğunu düşünüyorum. Çemberin genel kanıya göre çağrıştırdığı döngüsellik ve kırık çemberin de şüphesiz bu döngüselliğin kesilmesi olarak değerlendirmek mümkün. Bağlamak gerekirse, farklı karakterde insanların birbirlerini tamamlaması bir tür çember gibidir. Bu öylesi ince bir çemberdir ki her an bir yerinden kırılıp dengenin altüst olabileceği, döngünün bir anda kesilebileceği endişesini de barındırır. İşte bu başlı başına bir aşk meselesi gibidir. Bu dengeyi sağlamak, bu yapıyı ayakta tutabilmek sahiden de aşkı daha da zor kılar ve şüphesiz daha da bir görkem kazandırır. Aşk görkem ister, o herkes için biricik histir.

Filmdeki iki karakter arasındaki zıtlıkları sanırım saymama gerek yok, o kadar çok ki. Hayat görüşlerinde ayrı düştükleri noktalar filmdeki ana diyalogları oluşturuyor zaten. Ama bu çemberi böylece kurmuşlardı. Tıpkı etrafımızda gözlemlediğimiz diğer benzerleri gibi. Fakat çocuğun ölmesinin çemberi dışsal bir faktör olarak kırdığı söylenebilir. Döngüsellik artık sona ermiş oluyor böylece. Tabi bunun çok ağır bir kırılma olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir etken de olabilirdi, bunun pek bir önemi yok. Film zaten biraz da bundan sonra anlatmak istediğini anlatıyor gibi. Mesela “hastalıkta ve sağlıkta, ölünceye dek” mesajı göz önünde bulundurulursa, bu yeminin, her ne olursa olsun birlikte olabilmenin bir teminatı olması adına söylendiği düşünülebilir. Tabi burada neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu da sorgulanabilir. Bu ihtiyaca şöyle gerek olabilir ki; bunu birbirlerine söylemeleri yarı yarıya kendilerine de söylemeleri anlamına geliyor. Bu kırılma noktasından sonra ise artık hem kendilerine karşı hem de birbirlerine karşı başka söylemler açığa çıkıyor. Film buradan sonra adeta birbirlerinin yüzlerine kusmalarıyla devam ediyor. Artık ikisinin arasındaki içsel faktörlere yöneliyor ve bu kısmıyla ayrı düştükleri düşüncelerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Çember denge ister, eğer o bir kez kırılırsa geri kalan kısımlarını da yok edinceye kadar her şeyi geri sarmaya başlar.

Diğer yandan anlatımda da bir döngüsellik söz konusu. İki zaman çizgisinde ilerleyip çemberin kırıldığı noktada birbirine kavuşması gibi.

Aslında film birçok şey anlatıyor tabi ama ben kendimce daha önem verip anlam bulduğum bu kısmı üzerinde durmak istedim. İyi mi yaptım bilemiyorum.

Diğer yandan bluegrass’ın ne hoş bir müzik olduğunu da keşfetmeme vesile oldu. Bilakis belçika bluegrass'ı diye bişey varmış yani. Araştırıp bişeyler bulacağım. Sanırım filmde oynayanlar müzikleri gerçekten kendileri yapıyorlarmış. Hatta konser dahi veriyorlar galiba; http://www.thebrokencirclebreakdown.be/en/music/concert  Aktif müzisyenler yani.
Son olarak film tavsiyesi için negatife de buradan selam olsun.

8 Kasım 2013 Cuma

ddongpari (breathless)

Hani bizde "gazetelerin 3. sayfa haberlerine konu olan hayatlar" şeklinde bir tabir vardır. Bu hayatlar genel itibariyle bize uzaktır bir bakıma ama ibret açısından içselleştirdiğimiz bir durum da söz konusu olagelir. Bizim gayet sağlıklı, gayet muntazam hayatlarımızın aslında bir pamukipliğine bağlı olduğunu hissettirir. Tıpkı ölüm gerçeğiyle yüzleşmek gibi bir etkidir bu; hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarken bir ölüm haberi aldığımızda, yaşamın ne kadar da hafif olduğuyla yüzleşiveririz ya hani.

Bu film de 3. sayfa haberlerine konu olan hayatları çok değişik bir üslupla anlatıyor. Öyle gazetelerde yer aldığı gibi düzgün kelimelerle değil de alabildiğine küfürle anlatıyor. Kadına şiddet, bozuk aile yapıları, piç olma durumu, dayak, küfür vs. gibi bir teması var. Ama eşine az rastlanır türden bir anlatımı olduğu söylenebilir. Bu hayatlarla aramızda olan perdeyi bir an için kaldırarak tamamen sansürsüz bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu açıdan daha da bir gerçekçi, daha da bu hayatlarla yüzleşmeye davetkar diyebilirim kendi adıma. Bu ağır üsluba aşina olmayanları rahatsız edebilir tabi bu açıdan filmi tavsiye edemeyebilirim. Ama benim için çok değişik bir izlenim oldu açıkçası.

Üslubu bir tarafa bırakıp hikayeye değinmek gerekirse şiddettin aile yapısına ve aile bireyine etkisi konusunda çok ağır mesajlar verdiğini söyleyebilirim. Çocukken şiddet görmüş, şiddete tanık olmuş birinin ileride pek normal bir birey olamaması örneği var. Bir aile ferdinin kaybının diğer aile bireylerini doğrudan etkilemesi örneği de var. Filmde genel olarak bu iki açıdan değerlendirme söz konusu. Hiç düzgün işleyen bir hayata yer vermemiş, hep bir bozukluk, hep bir çarpıklık var. Film anlatmak istediği de bu sanırım. 

Ik-Joon Yang çok enteresan bir adam. Filmde çok iyi oynamış. Tam bir psikopatı canlandırmış, fazlasıyla hakkını vermiş. Bu adamın diğer enteresan tarafı da bu filmi yazıp yönetmiş olması. Yani hem filmi yazmış, hem yönetmiş hem de başrolde oynamış.

Bir de bu film hakkında şöyle gülümseten bir yazıya denk geldim; http://bunusevdim.wordpress.com
ayrıca bu blogda bir hayli uzakdoğu filmi değerlendirmesi varmış, yeni filmler keşfetmek için fırsat oldu.

7 Kasım 2013 Perşembe

daisy

Eh artık kış geldi hafiften, evde geçirilen zamanların da keyfi artıyor tabi. Hal böyle olunca da film izleme dönemim gelmiş gibi hissediyorum. Daha çok tekrarlardan oluşan bir başlangıç yaptım bu kışa. Bugünse yeni bir filmle devam ediyorum bakalım. Aslında bu kış için Kore sinemasına ağırlık verme gibi bir planım var. Çok iyi işler yapan bazı Koreli yönetmenlerin sadece 1-2 tane filmini izleyip bıraktığımı fark ettim. Jae-Young Kwak ve Wai-keung Lau da bu tür yönetmenlerden/yazarlardan benim için.  Tabi isimlerini yazıyorum böyle ama ben de bir dahaki gördüğümde hatırlamıyorum bile. IMDB sağolsun filmler üzerinden arama yaparak ulaşıyoruz bir şekilde kendilerine. Daisy filmini de biri yazmış diğeri de yönetmiş. Wai-keung Lau, Infernal Affairs filmden tanıdık. Jae-Young Kwak ise My Sassy Girl filminden. Birkaç ay önce My Sassy Girl filmini izleyip çok beğendikten sonra bir arayış içerisine girip indirdiğim filmlerden birisi bu Daisy. Bu arada My Sassy Girl’ü tekrar izlemeyi düşünüyorum zaten nicedir, blogda paylaşabilirim onu da.

Öncelikle Ji-hyun Jun, Uzakdoğulu yüzlerini birbirine karıştırma eğilimine rağmen yüzünü seçebildiğim, başka bir filmde gördüğümde ayırt edebildiğim güzeller güzeli bir hatun. My Sassy Girl’de de bu filmde de oynuyor kendisi. Orada her ne kadar hırçın bir karakteri canlandırmışsa da bu filmde tam tersi son derece dingin bir karakteri canlandırmış. Her haliyle güzel olduğunu da ispatlamış oldu tabi böylece.

Film kendi dünyasındaki sokak ressamı bir kadın ile ona âşık iki erkek arasındaki üçlü ilişkiyi anlatıyor. Erkekler birbirine zıt iki karakterden oluşuyor; birisi polis diğeri seri katil. Kadının dünyası son derece sakin ve mütevazi bir hayatken erkeklerinki bir hayli şiddetli ve karışık. Aslında her iki erkek de kadındaki dinginliğe tutkun gibi. Huzursuz dünyalarından kaçıp huzur buldukları bir liman gibi. Senaryo da bu eksende bir seyir gösteriyor aslında. Yer yer adamlar kadının yanında huzur buluyor, yer yer de kadının huzurlu dünyasını karıştırıyorlar.

Erkek karakterlerin zıtlıklarında şöyle bir ironi de var ki katil (yani kötü adam) son derece romantik ve duyarlı bir insanken diğer yandan polis (yani iyi adam) hazıra konan bir yalancı konumunda. Özünde iyi çocuk aslında tabi ama sebep olduğu şey kötü sonuçlar doğuruyor.

Romantik katilin, kim olduğunu açığa çıkarmaksızın kadına yapmış olduğu sürprizler, kadının hayatında büyük bir beklentiye sebep oluyor. Hayatı boyunca bu özel kişiyi bekliyor. Ama küçük bir yanlış anlaşma ile işler karışıyor işte. Film boyunca “o” sandığı yanlış kişiye aşık olsa da filmin son karesinde gerçek kişinin farkına varabiliyor. Ama tabi artık iş işten geçmiş oluyor.

Bu da kötü sonla biten bir Kore filmi deneyimi oldu benim için. Tabi mutlu sonla biten filmlere olan aşinalık yüzünden şaşırtıcı bir son denebilir. Hele ki aşk filmlerinin kötü sonla bitenleri daha da bir iç burkucu olmuştur hep.

5 Kasım 2013 Salı

şiir sokakta


bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. hep böyle mi bu?
bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...

kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.

niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına?
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına?
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?

"öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.
(Nilgün Marmara)

------------------------------------------------------------------------------------



her şey sermaye için sevgilim
bir yıldıza laf atmakmış benim işim
kapıları, pazarları satmışlar meleğim
her pazar kalbimde azar azar

çünkü serbest bir pazar
her şeyi bozar
çünkü denizsiz martılar
bir deniz arar

her pazar kalbimde azar azar
yandım ben bari sen kendini kurtar
gülümse biraz
acılar kiraz
bizde hep yaz
kirazdan küpe
sallanır dize
ayaz ayaz

bir başka dünya mümkün müdür meleğim
bu ay bitti, gece oldu
bir ay daha var
bu dünyada aşıklardan çok acıkanlar var
yanımda yaşama sevinçli sandviçler var
çünkü serbest bir pazar
her şeyi bozar
çünkü denizsiz martılar
bir deniz arar

her pazar kalbimde azar azar
yandım ben bari sen kendini kurtar
gülümse biraz
acılar kiraz
bizde hep yaz
kirazdan küpe
sallanır dize
ayaz ayaz

gidiyorsan şehir denen okula
bir mektup yaz
parasız yatılıya
gülümse biraz
acılar kiraz
bizde hep yaz
kirazdan küpe
hayırlı mezuniyetler hepinize
çünkü serbest bir pazar...

(Kesmeşeker)

-----------------------------------------------------------------------------------


-----------------------------------------------------------------------------------



29 Ekim 2013 Salı

cevabını kaybetmiş sorular

Yaşamın anlamı, ancak, kişi, bir an durup, “Ne istiyorum ki?...” diye sorabildiğinde, biçimlenmeğe başlar. Yani ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse, varedilebilir – kurulabilir;  yoksa, yoktur.
Bu bakımdan, insanların büyük çoğunluğu anlamsız  – anlam yoksunu –  yaşamlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.
Ancak bazı insanlar duyar bu eksikliği: onlar için yaşamlarının tek bir bütünlüklü anlamının olmaması, çekilmezdir  – bu yüzden, kurmağa, yaratmağa, varetmeğe girişiler böyle bir anlamı.
Bu da bazen – bazıları – başarabilir; ama herhalde başaramayanlar da çoktur.
Başaramayacakları  –ya da, artık başaramayacakları– açıklık kazananlar için de, son bir -yoğun- anlam yaratma yolu kalır…
Yokluğu da içerilir, anlamında, yaşamının, kişinin.
Oruç Aruoba - Olmayalı - 72.sf - metis


Merakın sonu yoktu ve sorularıma bir sınır çizmeliydim; bazı soruların bu belirlediğim çizgiden öteye geçmesine müsaade etmemeliydim. Bazı sorular sadece soru olarak ortalıkta dolaşıp can yakarlar. Cevaplarını kaybetmiştir çünkü onlar. Bir sorunun cevabını kaybetmesi anlamını da kaybetmesi demektir. Yana döne cevabını arayan anlamsız bir soruyu ise kabul buyurmamalıydım; çünkü bende herhangi bir cevap olmadığı kesindi. Kaldı ki hayat dediğimiz şey anlamlardan oluşurdu anlamsızlıkları dışlamak bütünlüğümüz için bir vazifeydi.

Ama yufka yürekliydim, aciz durumdaydım ve ister istemez acıyordum onlara. Bunu fırsat biliyorlardı, böylece kabul ettiriyorlardı kendilerini, bir şekilde sızıyorlardı anlamlarıma. Bir süre yardımcı olup daha sonra salacaktım onları, kesin kararlıydım. Ama ne mümkündü, bir kere yer etti mi asalak gibi besleniyorlardı. Tüm anlamlarımı darmadağın edip hunharca cevabını arıyorlardı. Bende cevap olmadığını söylesem de ikna edemiyordum. Hatta tüm anlamlarımla benim varoluş amacımın aslında sorusuna cevaptan öte bir şey ifade etmediğine beni inandırmaya çalışıyorlardı. Bitkin düşüyordum.

Sonra bir sabah uyandığımda kafamın içini terk ettiklerini görüyordum. Aradıkları cevabı bende bulamayacaklarına sonunda ikna olmuşlardı demek. Hemen bundan dersler çıkarıp toparlanmayı salık veriyordum kendime. Eski, dağılmış anlamlarımı derleyip toparlamaya girişiyor, aradaki boşluklara yeni anlamlar kazandırıyor  ve gittikçe yenileniyor, zenginleşiyordum. Çok yoğun geçiyordu aslında tüm bunlar, yorgun düşüyordum ve acınası haldeydim. Diğer yandan da bir yerlerde yanlış yaptığımı hissediyordum içten içe, bu kadar biriken anlamlar, cevaplar bir yük oluyor gibiydi sanki. Sonra bir gün yine cevabını kaybetmiş bir soru gelip dayanıyordu sınırlarıma. Ve ben yine…

24 Ekim 2013 Perşembe

this dying soul

Dream Theater, albümlerini yıllardır dinlediğim halde bıkıp usanmadığım gibi bir de her dönem dinledikçe içerisinde bir şeyler keşfettiğim yegane gruptur. Portnoy'un ayrılması üzücü bir gelişme oldu, hele ki benim gibi davul manyağı bir dinleyici için. Portnoysuz son albümlerini ise şöyle bir dinledim ama biraz daha dinlemem gerek sanırım kavramak için. Dream Theater zaten bende hep böyle olmuştur, birkaç defa dinledikten sonra meyvesini dökmeye başlar. Ama Portnoysuz bir Dream Theater pek de iç açıcı değil, illa ki kulaklarım onu arayacaktır. Eşi benzeri olmayan bir adam zira.

Neyse Dream Theater hakkında yazmak zaten harcım olan bir şey değil, sadece bendeki son durumunu şöyle bir özet geçtim. This Dying Soul parçasını paylaşmak maksadım. Yıllardır dinleyip de bendeki heyecanı bir türlü bitmeyen tuhaf bir parça bu. Her açıdan kusursuz bir beste. Melodileri, geçişleri, harmonisinin yanı sıra teknik açıdan da sınırları fena zorlamışlar. Labrie'nin vokal performansı, Myung ve Rudass'ın Petrucci'ye yer yer kafa tuturcana çalışları, Petrucci'nin o hem melodik hem de hayvani hızda soloları, Portnoy'un adeta soluksuz göstermiş olduğu aşmış performansıyla çok hırçın bir parça. Giriş ve çıkış sololarına özellikle değinmek istiyorum. Girişte çok hoş melodik bir solo ile başlayıp (giriş desem de aslında 1.dk. dan sonra başlar) parçanın bitiminde ise çalınması çok çok güç olan son derece yırtıcı ve hızlı bir solo ile son buluyor. Ayrıca bu parça dinlediğim en iyi outrolardan birisine sahip.

Özellikle Budokan konser performansında hırçın hava çok iyi yansımış;


Orijinali;


Bu da Flare Intention isminde bir grubun performansı. Çok çok iyi çalmışlar.


Bu da bahsettiğim parçanın bitiş solosu. Gitarist yukarıdaki gruptan. Adam solonun sırrını çözmüş bir de ders veriyor.
Solo çok acayip. Yavaş çalınca başka bir şey oluyor. Petrucci müthiş hızlı bir solo yazmış ama gel gelelim öyle kof bir hız değil yani içerisinde kaç nota basmış ancak  hızı yarıya düşünce seçilebiliyor.


Dream Theater'ın değeri derinlere inildiğinde ortaya çıkar. Bu açıdan biraz çaba ister, dinlemek isteyene sunar kendini.

20 Ekim 2013 Pazar

christopher mccandless

Bundan birkaç yıl evvel İnto The Wild’ı izledikten sonra bloga filmden alıntılar eklemiştim. Sonrasında birkaç kez izlemiş olmama ve her seyir ile birlikte Chris hakkında internetten araştırmalar yapmama rağmen eksik kalan bir şey vardı; filmin içeriğini oluşturan, Jon Krakauer’in yazmış olduğu kitabı okumamıştım. Türkçeye çevrilmemiş olduğunu sanıyordum, hatta Bilge belki bu işe el atar diye ona söylemiştim. Gelgelelim bir gün Bilge’den sürpriz bir mail aldım, meğer kitabın Türkçesi varmış. Daha önceden hiç duymamış olduğum Siren Yayınları kitabı basmış. İdefix miydi, Kitapyurdu muydu tam hatırlamıyorum ama birisinde kitap vardı ama stokta görünmüyordu. Ara ara baktım ama bir türlü stoka girmediler. Meğer kitabın baskısı bitmiş. Aylar sonra bastılar ve ancak sipariş verebildim. Gelir gelmez de elimdeki kitapları bırakıp başladım okumaya.


Kitabı bitirdikten sonra anladım ki sahiden de çok eksikmiş Chris’in hikayesi bende. Krakauer’in de Chris’ten geri kalır yanı olmayan bir adam olması kitaba çok önemli bir katkı sağlıyor bir kere. Zaten bu biyografiyi ele almasının başlıca sebebi Chris’i kendine yakın görmesiymiş. Kendisi de doğa düşkünü bir dağcı ve o da tıpkı Chris gibi alıp başını gitmekten, aşılması güç dağlara tırmanmaktan hoşlanan; zorlu coğrafyalarda kamplar kurmuş ve defalarca ölüm tehlikesi ile baş başa kalmış birisi. Kitap için öylesine titiz bir çalışma yapmış ki, Chris’in yolculuğundaki tüm güzergahı baştan sona dolaşmış, onun tanıştığı herkesle görüşmüş, hakkındaki en ufak bir bilgiyi bile gözden kaçırmamak ve bu yolculuğun hikayesini baştan sona eksiksiz bir şekilde tamamlamak için inanılmaz bir çaba göstermiş. Hatta Chris’in ölümünden tam 1 yıl sonra, tam da o iklim koşullarında oraya gitmiş, Chris’in ölüm sebebi hakkında kafasındaki şüpheleri açıklığa kavuşturmak ve onun ölmeden önce en son gördüklerini, en son hissettiklerini hissetmek istemiş. Ve tüm bunları kitapta çok iyi bir şekilde yansıtmış.

Kitabın girişinde de belirttiği üzere “tarafsız bir biyografi yazarı olduğumu iddia etmiyorum” demesi, sadece Chris’i kendisine yakın bulmasından öte bir anlam ifade ediyor aslında. Malumumuz filmde de kısmen değinildiği üzere Chris’in ailesi ile olan sorunları bu yolculuğun baş müsebbibi olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta filmden farklı olarak bu konu üzerinde tafsilatlı bir şekilde durulmuş. Krakauer, Chris’in sadece doğada bir başına verdiği mücadeleyi değil onun karakterini de çok iyi analiz etmiş ve bu biyografide onun iç dünyasını da çok iyi yansıtmış. Misal o da babasıyla sorunları olan bir adam. O da Chris gibi inatçı ve gözü kara bir kişiliğe sahip. Özellikle benim de okuyucu olarak kitapta bu hislere ortak olduğum yerler oldu, zira ben de babasıyla sorunları olan bir adamım ve bu durumun tıpkı Chris ve Krakauer’de olduğu gibi karakterime doğrudan etki etmiş olduğunu düşünüyorum. Belki biraz da bu yüzden kendime yakın bulduğumu söyleyebilirim. Bundan öte Chris’in yüksek ideallerini şekillendiren kitaplarla ilişkisi de aramızdaki ortak bir nokta olabilir. Ben de klasikler dahil olmak üzere okuduğum kitapları edebi kriterlerle yahut okurken aldığım keyif ile değerlendirememişimdir hiç. Yazarın anlattığı bende hangi değişime sebep oldu, ben bunu okuduktan sonra hayata artık nasıl bakmalıyım şeklinde doğrudan kendime işlediğim kadarıyla bir değerlendirme yaptığımı söyleyebilirim. Ha tabi benimkisi sadece değerlendirmede kalıyor, Chris gibi uygulamada herhangi bir şey yapabilmiş değilim ama içimdeki en büyük uktelerden de birisidir bu; "bir gün ben de..."

Chris’in okuduğu kitaplar da, çıktığı yolculuk da kendine yönelik bir değişim hedefindendi şüphesiz. Okuduğu karakterlerdeki yüksek ideallerden bu denli etkilenmesi ve bunların kendi hayatındaki tezahürünü yaşamak için yollara düşmesi, onu hem diğer insanlardan ayıran, hem de herkesin içinde ukte olan bir gerçeği  açığa kavuşturuyor; “aslında hepimiz Chris’in peşinden koştuğu şeyin kutsallığını biliyoruz ama diğer yandan hayatın gerçekleri (aslında yalanları mı demeli) bunu erişilmez kılıyor” Bu bir kırılma noktası; hayatımız gerçekleri dediğimiz yalanları, yalan olduğunu bile bile doğrulamaya çalışmak her şeyden önce kendimize karşı bir ikiyüzlülük oluyor, Chris ve onun gibiler ise bu ikiyüzlülüğümüzü açığa çıkarıyorlar diyebiliriz. Kendisinin de ifade ettiği gibi koskocaman bir hayat sadece insan ilişkileriyle değerlendirmek çok güdük kalıyor. İnsanların salt toplumsal kaygılarda ayakta tuttuğu bu yalanlar distopyası bir şekilde insanları körleştiren, sığlaştıran değerler yüklüyor ve bizler biliyoruz ki tüm bunların içerisinde gittikçe değersizleştik. Neyse ki Chris ve onun gibi insanlar değerliler ve bir şeyleri anımsatıyorlar.

Kitapta Krakauer başta olmak üzere Gene Rosellini, Everett Ruess, McCunn gibi daha bir çok Chris gibilerin yaşamış olduğunu, sadece onların böylesi trajik bir şekilde ölmedikleri için haklarında bilgi sahibi olmadığımızı öğrendim. Tabi günümüzde de yüksek ideallere kendini adamış, kendisini tamamen doğaya vermiş arayış içerisinde insanlar var. Hatta ben birazcık da olsa bu yapıda birkaç kişiyle tanıştığımı söyleyebilirim. Hani her yerde bize mutlakmış gibi sunulan fütüristik gelecekte de bu karakterde insanların var olacaklarını, hatta sayılarının daha da artacağına inanıyorum.



30 Ağustos 2013 Cuma

büyük ev ablukada - full faça

Son zamanlarda dinlediğim en iyi türk alternatif rock grubu diyebilirim. 21 Aralıkta full faça adında ilk albümleri yayımlanmış. Ben biraz geç keşfettim kendilerini. Albümden önce de istanbul'da sahne alan bir grupmuş aslında ve baya sevilirmiş kendileri.

Albüm şu adresten dinlenebilir; http://buyukevablukada...
Şu adresten 5 lira karşılığında satın alınabilir; http://buyukevablukada...

Konserleri de pek güzel izlemenizi tavsiye ederim;

22 Temmuz 2013 Pazartesi

the tree of life

Bazı şeyleri anlatmak için kelimeleri bir araya getirip de bir şey ifade etmek yetmez ya hani. Ama diğer yandan da şairler kimi kelimeleri öyle şekillerde yan yana getirirler ki iki satırda birçok şey ifade bulur, zihnimizde birçok şey bir anda açığa çıkıverir.

Bu film de tıpkı böyle şiir gibi bir simgesel anlatıma sahip. Film şunu şunu anlatıyor, yahut şunu şöyle bir olay örgüsüyle anlatmış diyemem. Şunu gösteriyor diyebilirim belki ancak, ama bunu da şöyle gösteriyor diyemem. Müthiş bir görsel anlatım var, birçok imge çok şiirsel bir şekilde gözler önüne seriliyor, zihne işliyor. Aslında hep zihinde var olan bir tür varoluş imgeleriyle dolu ve bunların her birisi müthiş bir kompozisyon biçiminde toparlanmış diyebilirim.

Dünyanın ilk oluşumundan insanlık serüvenine kadar kamera hep ışığa doğrultulmuş, bu özellikle dikkatimi çeken ve film boyunca görsel anlatımı manidar kılan bir detay benim için. İlk yaşam formu da aynı yönden doğup batan bu aynı güneşin altında yaşama başladı, sürdürdü ve bitirdi. Aynı gök kubbe altında tüm canlılar yaşam sistemini geliştirdi ve var oldu. Bir alg, bir balık, bir dinazor… Nihayetinde bir insan, bir aile.

İnsanın dünyaya geldiği anda, gözlerini açar açmaz gördüğü aile dünyası malum. Etrafında gördüğü annesi, babası, kardeşleri her biri bir aile düzeni ve ahengi içerisinde. Bu da bizim yaşam sistemimiz işte. Dahası hayatımız boyunca taşıdığımız bir dünya. İleride tekrar bir benzerini kurduğumuz ve yaşattığımız. İşte bunları yaratan imgeler filmde müthiş bir görsel tetikleme ile zihnimizde uyandırılıyor. Üzerine yazmak da manasız aslında. İzlemek ve ne halin varsa görmek lazım.

hani

Bir kitap var kitaplığımda, hatta birkaç tane var bundan. Arada sırada herhangi birini açıp okurum. Olmayan birisine yazdığım mektuplar vardır çünkü bu kitabın içerisinde ve bundan ötürü her okuduğumda heyecanlanırım. Hatta öyle ki mektuplarıma karşılık bile vardır içerisinde.

Belki hiç olmayacaktı bu birisi, bu açıdan bir karşılık değildi aslında içerisinde yazanlar. En azından şu an için böyle olduğuna inanmak istiyorum. Fakat kesin olan bir şey var ki hissetiklerimi gerçekleyen bir karşılık oluyordu her seferinde.

Gerçekliğimiz hep böyle değil midir zaten? Birisi, bir zaman, bir mekân ya da her neyse bu bir şekilde odak noktamız olur ve bunun içerisinde olmamız etrafımıza karşı bir tür tavır geliştirmemize sebeptir. Sebepten de öte bir sonuçtur ve buradan çıkarılan sonuç bir gerçek oluverir.

“Benim gerçekliğim” dediğim zaman burada, gerçekliği benim olduğu ölçütte benimsediğim için mi yoksa gerçeklik denen şeyi kendime hapsettiğim için mi bunu derim bilemiyorum. Ama kesin olan bir şey var ki insan gerçeğinin sağlamasına ihtiyaç duyuyor. Bunu genelde insanlar üzerinde yapabiliyoruz. Günümüz dünyasından mıdır yoksa benden mi kaynaklıdır bilemiyorum ama bu konuda bunu yapamıyorum, karşılık bulamıyorum çünkü. Ama bunu bu kitap yapıyor bir şekilde, karşılık olabiliyor. Bu benim benimseyiş itikatım mı yoksa kendimde hapsediş biçimim mi bilemiyorum ama böyle bir şey var.

18 Temmuz 2013 Perşembe

falloch - to walk amongst the dead

Ben oldum olası müziği sadece "kulağıma hoş geliyor" düzeyinde dinlemekle kalmayıp, o müziği nasıl yaptıkları kısmına da takılmışımdır. Pasajları, enstrümanların her birinin parça içerisinde yer aldıkları konumları, kullanılan tonları ve enstrümanı çalanın hangi yerde hangi vuruşu yapma tercihini (kısaca stilli), harmoniler arasındaki geçiş ve uyumu yahut müziği üreten beynin bu uydurmada kullandığı metodu, yani kısaca her bir şeyi irdelemeye çalışırım. Bundan da büyük bir zevk alırım. Mesela iki aydır filan bu parçada kaldım. Çözümledikçe derinleşen türden. Ama tabi bir Eprath'ın Real parçası da değil bu açıdan, onun esrarını yıllar oldu çözemedim.

16 Temmuz 2013 Salı

tutmasaydım düşüyordum


Küçükken bir arkadaşım havuzda ayağı kayarak sırt üstü düşüp kafasını yere çarpmıştı. Ben görmemiştim, orada değildim zaten, olay olduktan sonra haberimiz olmuştu. Kafası kanamış ve travma geçirmişti. 48 saat müşahede altında tutuldu. Beyin kanaması geçirme ihtimali, şuurunu kaybetme ihtimali, felç olma ihtimali, dahası hayatını kaybetme ihtimali gibi birçok şeyden bahsedilmişti henüz küçücük bir çocukken bana. Ağır gelmişti tabi tüm bu kavramlar. Arkadaşları olarak bizler bu iki gün boyunca nasıl tedirgin bir bekleyiş süreci geçirmiştik çok iyi hatırlıyorum. Bu olay beni çok etkilemişti.

Dün grup halinde denize gitmiştik. Oradaki vaktimin çoğunu biri lise diğeri ise üniversite öğrencisi olan iki genç arkadaş ile geçiriyorduk. Denize girerken ve denizden çıkarken ortak karar veriyor ve beraber yüzüyorduk. Denize uzanan iskelenin önü betondu ve bir hayli de kaygandı. Arkadaşları sürekli kayıp düşmemeleri konusunda uyarıp duruyordum. Benden sıkılmış bile olabilirlerdi, yanlarında anneleri olsa ancak bu kadar aynı şeyi tekrarlayıp dururdu herhalde. Ama ne yapayım, çocukken arkadaşımın kayıp düşmesi bende iz bırakmıştı ve aynı şeyin onların başına gelmesinden korkuyordum sanırım.

Artık dönüş saatimiz yaklaşmıştı ve denize son girişimdi. Sudan çıkıp, duş alıp, kıyafetlerimi giyip çantamı toparlamayı planlıyordum.  Bunları düşünerek denizden çıkarken, terliklerime doğru yürüdüğüm esnada bir anda ayaklarım yerden kesildi ve sırt üstü yere düştüm. Ve tam da oradaki tasavvur ettiğim korkulu rüyam benim başıma gelmişti. Elimi başımın arkasına götürdüğümde saç ile karışık kan doluydu avucumda.  Aklımdan ilk geçenler tabi ki çocukluğumda üzerimde büyük bir tesir bırakmış olan şu kavramlardı; travma, beyin kanaması, şuur kaybı, felç …

Şu an bu satırları dikişli bir kafayla yazıyor olsam da kafamın içerisinde herhangi bir sorun açığa çıkmadı henüz. Bilincim gayet yerinde, nietzsche’nin diyalektik materyalizme etkisini tartışabilecek düzeyde bilinç sahibi hissediyorum kendimi. Şu 48 saat müşahede dedikleri süre de birkaç saat sonra dolacak. Sanırım kafam sivri bir taşa çarparak açıldı fakat darbe çok da sert değildi ve bu yüzden de kafamda travmatik bir etki bırakmadı. Kafamın yere çok hızlı çarpmaması da reflekslerim sayesinde olmuştu. Bunu nasıl başarıyorum bilmiyorum tabi ama reflekslerimin müthiş çalıştığına bir kez daha tanık oldum.

Kayıp düştüğümde,  yerde yattığım esnada kafamı nasıl çarptığıma takılmıştım mesela. Çünkü o esnada, saniyelerle dahi ölçülemeyecek kadarlık kısa bir sürede kollarımı geriye atabilmiştim. Yerde yatarken kollarımdaki acıyı hissedebiliyordum. Kollarımdaki yaralar, düşüş esnasında kollarımı bir hayli kastığımı gösteriyor. Fakat hesapta olmayan bir şey daha vardı ki zemin ıslak ve kaygandı ve kollarım da tam anlamıyla frenleyemeyip kaymışlardı sanırım. Böylece kafam da yere çarpmak zorunda kalmıştı. Ama kollarım düşüş hızımı kesmişti ve kafamın travmaya yol açacak bir darbe almasını önlemişti.

Orada saniyelerle bile ölçülemeyecek kadar küçük bir zaman ölçeğinde kollarımı geriye atmış olmamın, insan yapısının muazzam bir alamet-i farikası olduğunu düşünmeden edemiyorum. İnsan kendi başına geleni abartmaya meyilli olduğundan mıdır bilmiyorum ama mucize olarak görüyorum yani şu olaydan bu kadarla yırtmış olmamı. Aslında abarttığımı da sanmıyorum zira kaza geçirmek doğamın bir parçası oldu artık, yani ender bir durum değil benim için. Bisikletten defalarca tehlikeli bir şekilde düşüş yaptığım halde bunları hemen hemen hiç önemsemediğimi söyleyebilirim. Bu denli bisiklet kullanan, dağ bayır demeden gezen birisin başına gelmesi olağandır diye düşünmüşümdür hep.

Mucize görmemin başlıca sebebi tüm koşulların aleyhime olmasına rağmen olabilecek en iyi şekilde durumu lehime çevirebilmiş olmam. Zemin son derece kaygandı ve hiç tökezlemeksizin ayağım birden bire yerden kesilerek doğrudan sırt üstü çakıldım. Yani bu açıdan düşebileceğim en hızlı şekilde yere çakıldım. Diğer yandan da kafamın yere çarptığı yerde sivri bir taş denk gelmişti ve kafamı delmişti. Tüm bu koşullar altında kolumu yere paralel tutmayı beceremeyip hızımı kesemediğim düşünülürse, o hızla yere çakılıp da kafam o sivri taşa çarpmış olsaydı büyük ihtimal kafatasım kırılırdı ve kesinlikle travmatik bir etki bırakırdı.

Bu tür olaylar, hele ki üzerine düşündükçe acayip boyut kazanıyor ve çok etkiliyor. O saniyelik olay kafada tekrar tekrar yaşanıyor ve her bir keresi irdeleniyor. Ya da benim kafada bir sorun var ben üzerine çok düşüyorum bilemiyorum. Şansa yaşadığımı düşündüm bir kez daha. Daha ne kadar götürürüm bu işi bilemiyorum ama şu an gayet iyi yürütüyoruz bakalım…

Not: Yukarıdaki fotoğrafta, iskeleden uzanan kırmızı halının bitiminde, sağda görüldüğü üzere gayet kaygan olan beton zeminde söz konusu olay gerçekleşti.

19 Haziran 2013 Çarşamba

aslında

Özgürlükten anladığımızı bazen sorgulamak gerek. İnsan en özgür olduğunu düşündüğü sırada en tutsak duruma düştüğü olabiliyor. Özgürlük bir kere bir irade meselesidir, bir iradeyi ortaya koyabiliyorsanız, şayet egemenseniz özgürsünüzdür. Seçmek bir iradeyi yansıtmayabiliyor. Her şeyin ideal olanının başkalarının iradelerince belirlenip hazır bir şekilde önümüze koyulması ve bunların arasından bir seçim şansı sunulması bir özgürlük değildir. Bunu çeşitlendirmek de bir işe yaramaz, sadece ideal olanını farklılaştırmış olan iradelerin egemenliği altında bir seçimdir bu.

Özgürlüğümüz seçmemiz değildir bazen. Bunu neden anlatamayız, neden anlamazlar bilmiyorum. Bunlar da insan değil mi ki? Artık dünya büyüdü, kocaman oldu; çok kitaplar yazıldı, çok filmler çevrildi neredeyse anlatılacak her şey anlatıldı, üzerine söylenecek söz kalmadı derken… Bitmedi. Her seferinde insanlık serüvenimiz yeni hikâyeler yazdı, yeni sözler söyledi ve hep bizi şaşırttı. Artık böylesi bir çağdayız, şaşılası bir çağ bu.

Böylesi bir zamanda hala hantallaşmış bir yapıyı kabullenişimize ne demeli? Neden bu konuda şaşmazlık arıyoruz sanki. Bu bizim insanlık serüvenimiz değil, bunun bir parçası olmadık ve olamayacağız. Seçmek özgürlük değildir bazen, bir şeyi seçmek onu diğer seçimler arasında ideal olanı olarak görmekten ibaret. Diğer seçimlerimiz de, kendi seçimlerimiz de idealize edilmişse ve biz bu kapanın faresi olmuşsak tüm bu düzenbazlığa küseriz. Bugün olan da biraz böyle. İdealize edilemeyen bağımsız düşünceler de var. Ve bu bağımsızlık içerisinde de birlik var. Bu kadar olmamalı, milyonlarca insanın sadece 3-5 seçim şansı olmamalı, bu kadara indirgenmemeli. Çünkü çok kitap yazıldı, çok film çevrildi ve çok düşündük biz, çok çeşitlendik artık. Hayatı farklılaştırılmış iradelerin tahakkümü altında bir kapana kısılmış olarak yaşamak kader olmamalı. Herkesin bir nebze olsun iradesini yansıtabildiği bir hayat olmalı. Ben gençlerin gözlerinde asıl bunu istediklerini görüyorum. Böyle olsa çok ferahlayacağız ve bu baskıları üzerimizden atacağız.

Bir yerlere geldik belki. Bu ilerleyişte bizi korkutmaya çalıştılar ama olmadı. Çünkü bilmiyorlardı ki bizim asıl korkumuzun tüm bunların başa sarıp da tekrar başladığımız noktaya döneceğimiz korkusu olduğunu. Bu yüzden elde edinceye kadar dinmemeli.

3 Mayıs 2013 Cuma

zeki bir varlık olarak bakteriyle aynı kaderi paylaşmak


Bundan 3,5 milyar yıl önce, yani hayatın başladığı ilk zamanlarda atmosferde hiç oksijen yoktu. Bunu biliyoruz. Anaerobik, yani oksijensiz ortamda yaşayan tipte bakteriler yaşıyordu okyanuslarda.
Oksijensiz ortamda yaşayabilen ve sadece yaşamak suretiyle oksijen üreten bu bakteriler dünyanın ilk sakinleriydi. Tıpkı bizim karbondioksit ürettiğimiz gibi, onlar da oksijen üretiyorlardı. Bu bakteriler çoğaldılar, çoğaldılar, yeryüzünün her tarafını doldurdular. Ama çıkardıkları oksijen sonuçta kendilerini zehirleyen bir etki yaratmaya başladı. Sonunda atmosferi öyle bir şekilde değiştirdiler ki, kendi kendilerini yok ettiler. Tamamen de kaybolmuş değiller aslında, dünyanın en eski yaratıklarından okyanusların ve buzulların altında halen yaşayan çok az sayıda da olsa örnek var.

Tabii biz bakterilerden daha zeki olduğumuzu düşünmeyi seviyoruz. Hayatlarımızı ona göre uyarlarız diyoruz. Ama bu bence pek de doğru değil. İnsanlar da diğer organizmalar gibi. Bütün organizmalar sistemi kendi avantajlarına göre maksimize etmeye, en iyi hale getirmeye çalışırlar. Bütün kaynakları tüketmeye ve bunu o kaynak ortadan kalkana kadar yapmaya devam ederler. Bütün organizmalar böyledir. Ekonomik sistemimizin de üzerinde durduğu şey maksimum üretimdir. Bugün dünyadaki her ülke batı ülkeleri gibi olmak istiyor, aynı hayat tarzı, aynı klimalar, aynı cihazlar. Biz Batı’da insanları düşünmeye alıştırıyoruz, bunun içinde eğitiliyoruz. Ama bence eylemler sözden daha etkilidir. Biz bu yolda yürümeye devam edersek, bakterilerden daha akıllı filan olmadığımızı, tıpkı ilk anaerobik bakteriler gibi davrandığımızı, onların yaptığının aynını yaptığımızı göstereceğiz. Sistemin sınırlarını aşana kadar yapabilirsin de bunu, ama aştığın anda sistem çöker.

Burada bütün sistemin çökeceğini düşünmüyorum tabii. Sadece ilgili canlı varlığının sistemi çöker, yani insan topluluklarının, ama sistemin kendisi var olmaya devam eder. Son derece iyimserim sistemin geleceği hakkında. Bu küresel ısınma, insanların her şeyi tüketmesi falan, yüzeydeki bir cilt kanseri gibi. Öyleyse gezegen kanseri durduracak şekilde hareket edecektir. Büyük fırtınalar kopacak, özellikle de Bangladeş ya da Afrika’yı silip süpürecektir, ama dünya kalacaktır. Oluşan bu yeni dünyada, yeni canlılar üreyecektir. Bitkiler karbondioksit sever, belki dünya bitkilerle dolar.

Lemming diye bir hayvan var ya, ona benzetiyorum insanları. Bir yaratık kaynak tabanını aştığı zaman nüfus çöker. Bence eninde sonunda insanların başına gelecek olan da budur. Değişen bir sistem varsa ve elinde senin de bu değişen sistemin bir parçası olduğunu gösteren deliller bulunuyorsa, o zaman basiretli, ihtiyatlı biri bu gidişatı yavaşlatalım ki sistemi ve bu değişikliğin ne yönde olacağını anlayana kadar zaman kazanalım der.

Lonnie Thompson



13 Nisan 2013 Cumartesi

nothing personal

Yalnızlık, yaşamda bir an, 
Hep yeniden başlayan.. 
Dışından anlaşılmaz. 

Ya da kocaman bir yalan, 
Kovdukça kovalayan.. 
Paylaşılmaz. 

Bir düşün'de beni sana ayıran 
Yalnızlık paylaşılmaz 
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.

"Özdemir Asaf"


Yalnızlık ne kadar özgürlüktür. Yalnızlığın paylaşılamadığı yerde özgürlüğe gem vuran bir başka hayatın kapısının eşiğinden süzülen ışık hep mi insanı çeker bir şekilde kendisine? Türlü türlü yalnızlıklar da vardır ya hani; bir yeri terk etmenin yahut bir yerde kalmanın;  bir başına insanları terk etmenin yahut insanlar içinde kalmanın yalnızlıkları...  Hangisine bürünürsek bürünelim, o kapının eşiğinden süzülen ışık hep bir şekilde kendisine çekmez mi bizi?

Kendini tanımlamamak için illa ki mi seçim yalnızlıktan yana olmalı? Böylece hiçbir şey olabilir mi insan? Peki ya iki yalnızlığın kesiştiği yolda? Hiçbir şey kalınabilir mi? İki kişi arasında yalnızlığın paylaşıldığı bir hayat kurulabilir mi? Yoksa paylaşılsaydı bu yalnızlık olmaz mıydı?

Bir yerde oldu. Ama sanki olmadı da. Sorulara cevap yok aslında filmde. Yalnızca yalnızlık var.  İnsanlar yalnızlıklarını paylaşabilirler mi bilemiyoruz ama bu film paylaşmış işte bir şekilde.

Aslında filmden kareler içermesi dışında pek alakalı bir parça (sözleri itibariyle) olmasa da, bu filmi keşfetmemi sağladığı için kendisi paylaşıyorum;




11 Nisan 2013 Perşembe

kaldırım nerede


sürekli sorduğum bir soruyu slogan olarak bir kampanyada görerek, kampanya destek çıkanların gönderdikleri fotoğraflara şöyle bir baktığımda, benimle aynı dertten muzdarip olanların hiç de azımsanmayacak boyutta olduğunun farkına vardım aslında. kaldırımlar çeşitli şekillerde işgal ediliyor ve ciddi şekilde yürümekte zorluk çekiyoruz. ben de öyle bir mahalleye düştüm ki, siteye fotoğraf çekip yüklemeye karar versem sanırım neresini çekeceğime bir türlü karar veremezdim. tüm mahalleyi panoramik çekimle yollasam yeridir yani. sokaklar tamamen arabaların hegemonyası altında. iki şeritlik bir yol yapmışlar fakat arabalar tek şerit olarak kullanıyorlar. çünkü yola karşılıklı park ediyorlar boydan boya. yol da iki aracın yan yana geçebileceği kadar genişlikte olduğu için ve karşılıklı park ederek yolda yer kalmayacağı için arabaların yarısı kaldırımda oluyor. peki insanın yürüyeceği yer? bunun için herhangi bir yer yok. insanlar nasıl olsa araba geçinceye kadar park eden arabaların arasına girip beklerler.

arabaları zaten karakteristik olarak sevmememin yanı sıra, her gün, en büyük özgürlüklerimden birisi olan yürüme özgürlüğünü kısıtlıyor oluşu ile hepten deli eden bir şey olup çıktı. ayrıca bir bisikletli olarak arabalar hakkında düşünceme hiç girmiyorum bile, ağza alınmayacak şeyler söyleyebilirim. anlamadığım şey işin nasıl bu hale gelmesine müsaade ediliyor. sokakta yürümeye çalışan sadece ben değilim herhalde. her gün garipsemeden edemiyorum, insanoğlu nasıl oluyor da yürümek gibi en temel özgürlüğünü böylesine kısıtlayabiliyor. çözüm nedir bilmiyorum, sanırım tek çözüm kredi çekip araba alarak yaya insanları park eden araçlar arasında beklemeye mahkum etmekte. yayalar beklerler, onlar yürümesinler, eşek değillerse faizler bu kadar düşükken bi zahmet kredi çekip araba alsınlar.

işler nasıl oluyor da bu hale geliyor anlamıyorum. ama bir çözüm daha var. her an bir köye yerleşebilirim. hem köyde kaldırım bile yok ki işgal edilsin değil mi?

19 Şubat 2013 Salı

eddie vedder - society (live)



sözleri de yazayım ki tam olsun;

Oh, it's a mystery to me
We have a greed with which we have agreed
And you think you have to want more than you need
Until you have it all you won't be free

Society, you're a crazy breed
Hope you're not lonely without me...

When you want more than you have
You think you need...
And when you think more than you want
Your thoughts begin to bleed
I think I need to find a bigger place
Because when you have more than you think
You need more space

Society, you're a crazy breed
Hope you're not lonely without me...
Society, crazy indeed
Hope you're not lonely without me...

There's those thinking, more-or-less, less is more
But if less is more, how you keeping score?
Means for every point you make, your level drops
Kinda like you're starting from the top
You can't do that...

Society, you're a crazy breed
Hope you're not lonely without me...
Society, crazy indeed
Hope you're not lonely without me...

Society, have mercy on me
Hope you're not angry if I disagree...
Society, crazy indeed
Hope you're not lonely without me...

6 Şubat 2013 Çarşamba

kıyıdan

Karşı kıyıya karşı duyduğum şey hep özlemdi,
Karşıda oluşu değil, karşılıklı oluşumuza karşıydı hem
Karmaşıklıktı, kendi bendime çatışıklıktı, aşılamadım
Ben zaten hep uzaktım, içimdeki en yakın bile eğretiydi
İnsan aşılması gereken bir varlık değildi belki de, yalandım
Kendime bile bağlanmazdım, ama kopamazdım da bağlardan
Anlatabilseydim mesela, bağlamsız olurdum, anlamsızdım
Yazabilseydim belki, bir taraflarda bir şeyler anımsatabilirdim
Ama neye yarar ki anımsamak, aynı nehirde iki kez yıkanamazdık

Belki bir ara durup, karşı kıyıya inat diyebiliriz ki; biziz ve değiliz
Hem bugün varız, yarın yokuz, belki hep yoktuk, arayan olursa
Soran olursa, soru olursa ve cevap bulunursa, bunlara açığım hep
Ama ben hala karşı kıyısında değilim işin biliyor musun, usun
Bilmiyor musun, bilir misin; karşılıklı bile değiliz, karşılıksızım, sızım
Bana halatlar uzatmayı bırakmalısın belki de üzerime toprak atmalısın
Dinmeliyim ben, insan dindirilmesi gereken bir varlıktı belki hep
Ne zamandan beri insan olmaya çalışıyorum biliyor musun, usun
Ben hep tasarımında yaşadım hayatın ve taslaktı yaşadıklarım
Hiç tamamlanmayan, bir şantiye alanı gibiydi, hem de ne gürültü
Ama ürküttüğü kurbağaya değmedi işte, kendime bile rahatsızlıktım

Diğer yandan sen, dahi anlamındaki -de nin ayrı yazılması gibiydin
Dahildin, ama ayrıydın, kurallar gereğiydin, ama gerekliydin
Bir bütün olarak, parçalarının toplamından büyüktün, saydım
Ama anlayamadım, sadece işaret edebildim kendime, o da kendi kendime
Oyalandım belki ve hala karşı kıyısında değilim işin, artık biliyorsun.

5 Şubat 2013 Salı

hiçbir şey yapmamayı işlevsel kılmanın bir yolu olarak da görülebilir

yalnız başınayken, hatta hiçbir şey yapmazken bile vaktin boşa gitmez. ama birileriyle birlikteyken, hemen her zaman boşa gider vaktin. kendinle karşılaşman hiçbir zaman verimsiz kalmaz: ister istemez bir şey doğar, bu bir gün yeniden kendinle karşılaşma umudu olsa da.

cioran

1 Şubat 2013 Cuma

ekümenopolis: bir istanbul hikayesi


Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir.
Tanıtım Yazısı
Ekümenopolis, 1967 yılında yunanlı şehir plancısı Constantinos Doxiadis tarafından ortaya atılan, günümüzün kentleşme ve nüfus artışı hızları göz ününe alındığında, gelecekte dünyadaki bütün kentleşmiş alanların ve megapollerin kuşaklar halinde birbirleriyle birleşeceği ve tek bir şehir oluşturacağı fikrini temsil eden bir terimdir. 1980’lerde dünya ekonomisinde yaşanan neoliberal değişim ve buna paralel olarak hız kazanan küreselleşme süreci, bütün dünya kentlerinde köklü bir değişimi beraberinde getirdi. Finans merkezli bu yeni ekonomik yapılanmanın kentsel alanları bir sermaye üretim aracı olarak görmesi sonucu gelişmekte olan ülkelerin kentleri bu süreçten derinlemesine etkilenmekte. Köklü bir planlama geleneğinin zaten olmadığı İstanbul’da, neoliberalizmin insan yerine kentsel rantı ön plana çıkartan yaklaşımı maalesef yöneticilerimiz tarafından şuursuzca uygulandı, herkes bu yağmada kendine bir pay kapma peşine düştü ve sonuçta ortaya insan yaşamını tehdit eden sorunlar yumağıyla debelenen 15 milyonluk bir megakondu çıktı. Özellikle son 10 yılda, Dünya Bankası’nın raporlarında öngördüğü gibi İstanbul’un kimliği sanayi kentinden finans ve hizmet kentine dönüşüyor ve İstanbul diğer dünya kentleri ile bir yarışa soyunuyor. Bu yarış yabancı sermayeyi çekme yarışı. “Yatırım için en karlı kent burası” diye pazarlanıyor İstanbul. Bu “çekicilik” bir yandan sermayenin önünü açmayı, kentsel mekanların inşaasında kamusal yararı gözeten hukuksal denetimleri ortadan kaldırmayı hedeflerken, aynı zamanda buna paralel olarak kentin kullanıcılarında da bir değişimi öngörmekte. Kentin inşaasında ve bir sanayi merkezi olmasında alın teri olan emekçi kesimin, tüketici odaklı yeni finans ve hizmet kentinde yerleri yok. Peki nedir bu insanlar için öngörülen?İşte “kentsel dönüşüm” denen olgu da tam burada devreye giriyor. Yeni kanunlarla eskiden tasavvur bile edilemeyecek yetkilerle donatılan TOKİ ve belediyeler, özel yatırımcılarla işbirliği içinde kentsel toprağı bu yeni “vizyona” doğru dönüştürmeye çabalıyorlar. Arkalarında ellerini kavuşturan uluslararası sermaye, ellerinde paftalar, kafalarında metrekareler, kat emsalleri, mahalleleri yıkıyorlar, gökdelenler dikiyorlar, otoyollar yapıyorlar, alışveriş merkezleri açıyorlar. Peki kime hizmet ediyor bu yeni mekanlar?İstanbul’da gelir dağılımındaki uçurum gitgide mekana da yansıyor, mekansal ayrışmadan besleniyor. Bir tarafta varsıllar kendilerini güvenlikli sitelere, rezidanslara, plazalara kapatırken, diğer yandan kentin çeperlerinde insan deposu olarak tasarlanmış TOKİ konutlarında yeni yoksulluk döngüleri insanları çaresizliğe umutsuzluğa sürüklüyor. Peki gelecek kuşaklara bırakılan bu toplumsal mirasın sorumlusu kim?Her yapılan otoyolun giderek kendi trafiğini yarattığı bilimsel gerçeğini görmezden gelerek yapılan tünellere, kavşaklara, viyadüklere milyarlarca lira çarçur edilirken, İstanbul 2010’da hala tek hatlı, topu topu 8 duraklı bir metro “ağı” ile yetinmek zorunda kalıyor. Toplu ulaşıma ve raylı ve alternatif ulaşım sistemlerine yeteri kadar kaynak ayrılmadığından, insanlar saatlerce trafikte eziyet çekiyor, milyarlarca liralık “zaman” egzoz dumanında uçup gidiyor. Peki yöneticilerimiz çözüm için ne yapıyorlar? Evet bildiniz: daha çok yol! 15 milyonluk bu kentte her şey o kadar hızlı değişiyor ki, plan yapmak için kentin bir fotoğrafını çekmek dahi mümkün olmuyor. Planlar daha yapılırken eskiyor. Tam bir kronik plansızlık hali. Bütün bunlar olurken nüfus artmaya devam ediyor, ve kent gelişigüzel bir şekilde yayılıp batıda Tekirdağ’a doğuda Kocaeli’ne dayanıyor. Peki İstanbul’un gerçekten bir planı var mı?1980’de ilk metropolitan ölçekli İstanbul planı yapıldı. Plan raporunda kentin coğrafyasının en fazla 5 milyon nüfusu kaldırabileceği yazıyor. O zaman nüfus 3.5 milyon. Bugün İstanbul’un nüfusu 15 milyon. 15 sene sonra 23 milyon olacak. Yani coğrafyasının kaldırabileceğinin neredeyse 5 katı. İstanbul bugün Bolu’dan su çekiyor, öteki taraftan bütün Trakya’nın suyunu çekiyor. Kuzey ormanları gözle görünür bir şekilde tahrip olurken, 3. köprü projesi İstanbul’un kalan orman ve su havzalarını tehdit ediyor. İki yakayı birleştiren köprüler, yarattıkları rant alanları ile kentlileri birbirinden koparıyor. Peki ya İstanbullular olarak biz bu yağmaya karşı ne yapıyoruz? Kentler toplumun aynası ise, İstanbul’a bakarak kendi toplumumuz için ne diyebiliriz? Gelecek nesillere nasıl bir İstanbul bırakacağız? Ekolojik eşikler aşılmış. Ekonomik eşikler aşılmış. Nüfus eşikleri aşılmış. Sosyal ahenk bozulmuş. İşte neoliberal kentleşmenin fotoğrafı: Ekümenopolis.Ekümenopolis İstanbul’a bütüncül bir yaklaşımı amaçlıyor, değişim kadar, değişimin altındaki dinamikleri de sorguluyor. Bizi yıkılmış gecekondu mahallelerinden gökdelenlerin tepelerine, Marmaray’ın derinliklerinden 3. köprünün güzergahına, gayrimenkul yatırımcılarından kentsel muhalefete, bu uçsuz bucaksız kentte uzun bir yolculuğa çıkartıyor. Uzmanlar, akademisyenler, yazarlar, mahalleliler, yatırımcılar, kentliler ile konuşacak, kente makro ölçekte bir bakışı grafiklerle izleyeceksiniz. Belki de yaşadığınız İstanbul’u yeniden keşfedeceksiniz ve umarız ki değişime seyirci kalmayacak, onu sorgulayacaksınız. Sonuçta demokrasi bunu gerektirir.


özet geçciler için filmden bir bölüm:



ayrıca tamamını izlemek isteyenler için dvd'si çıkmış.

internet sitesi: www.ekumenopolis.net



26 Ocak 2013 Cumartesi

sinema minyatürleri

önceleri birkaç star wars minyatürü dolaşıyordu internette. daha sonra öğrendim ki devamını da getirmişler.

Star Wars







Otomatik Portakal




Pulp Fiction






İnception








devamı için; http://www.behance...

17 Ocak 2013 Perşembe

yansımak

Bir tarafımız hep karanlıktı, hacimsel olarak varlığımızın doğası gereği
Gözümüzün aydınlığa yatkın olmayışı, renkleri sevmediğimizdendi belki
Sentetikti çünkü boyalar ve tiner bazlıydılar; uçucu değildi rengimizi belli edişimiz
Koyuydu belki, belki de derin; hem tüm renkler elbet siyaha solardı
Çünkü boyanan bir daha aklanamazdı, bu anlamda kirlenmekti belki renklenmek
Peşinen koyu olmak, kir tutmamak, renk tutmamaktı
ve ışığı soğurmaktı, bir tür fotosentezdi bize hayat enerjisi sağlayan
Buydu hayata karşı duruşumuz; kendimize yeterlilik
Işığı rengimizi belli etmek için yansıtmayacak kadar paylaşamazdık aslında
Gölge edenleri sevmez, gölge oyunlarını severdik çünkü biz; bir tarafımız aydınlıktı
Ama biz karanlık tarafımızla oynamayı severdik, bizim de yansımamız buydu işte
Sabahları ve gün batımını severdik mesela, gölgelerimizin uzayış zamanlarını
Gün ki bir aydınlık değildi, bir gölge yaratıcısıydı hep bizim için.

6 Ocak 2013 Pazar

prozac nation


Kitaptan uyarlama olduğundan ve kitabını okumadığım için film hakkındaki değerlendirme kof kalacaktır muhtemel. Film için belli bir süre kısıtlaması var ve bu doğrultuda kurgudaki ara metinler çıkartılıp, kurgunun öne çıkan taraflarından yeni bir kurgu oluşturuluyor malum. Fakat kitap ile sinema arasında da açık bir fark var ki; kitapta imajları tamamen bizler zihinlerimizde yaratırken, filmde bize hazır imajlar sunuluyor. Bu doğrultuda, kitaptan uyarlanmış bir filmde ara metinleri doldurmak adına görsel imajlar kullanılabiliyor. Eğer başarılı bir uyarlama ise, yönetmenin konuyu kavrayış, değerlendiriş ve bu doğrultuda bakış açısını yansıtırken ki yetkinliği ölçütünde kitaptan dahi fazla unsurlar olabiliyor, bir tür yeniden yaratım söz konusu olabiliyor kısmen de olsa.

Neyse, bu değerlendirmeyi bu film için yapamam; zira kitabını okuyup da mukayese edemedim. Ama başka bir kitap – film uyarlamasında daha detaylı bahsedebilirim bu konuyu, şimdi okumadığım için aymazlık olur. Yazıyı da uzatacağım sanırım. Prozac Nation benim için geç kalınmış bir seyir oldu. Bir hayli zaman ertelemiştim. Kitabı okuyacağımı sanmıyordum zaten.

Prozac Nation günümüzde artık bir tür sosyolojik kavram oldu, günümüz toplumunu anlatan bir tür tanımlamayı içeriyor. Aspirin ile başlayan “acılarımızı dindirme” daha sonradan envai çeşit ağrı kesiciler, antibiyotikler ile devam ede dursun, bedensel açıdan cinsel işlevi bile yerine getiren viagralar varken, son tahlilde ruhsal taşkınlıklarımız için bizi yatıştıracak prozaclar ile proje tamamlandı. Artık bedenen ve ruhen bizleri “normal” bir birey yapacak her şey endüstri tarafından sağlanır hale geldi. Bizlere bir bardak su eşliğinde “hapı yutmak” gibi basit bir görev düşüyor sadece.

Bu minvalde, bizi yaratan toplum ile bizim entegre olmaya çalıştığımız toplum arasındaki ayrımlar bir ölçüde birbiriyle eşleşmeli. Toplum bizi düşünürken ve bize hizmet sunarken, bizden de bir ölçüde ona uyum sağlamamızı talep eder. Bu kolektif bağdan kopup, bir süre kendi dünyasına yönelen insanlar da toplumsal normda hasta kabul edilir. Psikiyatrik tedavi ve prozaclar ile tekrar kendi dünyasından çıkartılıp topluma entegre edilir.

Film de aslında depresyondaki bir ergen kızı anlatmasından ziyade, göndermeleriyle prozac toplumunu yansıtıyor kanımca. Alkol ve uyuşturucu kullanıp da ahlaka mugayir davranışlar sergileyen kişi hasta addedilirken; taşkınlıklarını törpülemek ve ahlaki davranışa doğru ehilleştirmek için kişiye prozac tipi uyuşturucuların verilmesi bir tür tedavi addedilebiliyor. Özünde ikisi de uyuşturucu, sadece insan üzerindeki etkileri farklı. Birisi kendisinin topluma karşı tepkisini açığa çıkarırken, diğeri toplumun kendisine karşı tepkisini açığa çıkarıyor. Uslu durup kimseyi huzursuz etmememiz için.

Bu tabi bir birey hikayesi ve belki de biraz abartarak tümevarım ile ulaştığım sonuçtan bahsediyorum. Birey hikayesi açısından da her izleyenin kendinden bir şeyler bulabileceği yapıda. Bir bireyin gelişim süreçleri arasında toplumsal normalden tökezleyip bir an için yere kapaklanmasının, tekrar toparlanıp da topluma yetişmesini olanaksız kıldığı bir acımazsızlık mizanseni var ortada. Anne ile babanın boşanması yahut ölmesi, cinsel istismar vs. gibi sağlıklı ilerleyişi sekteye uğratan olayların ilerideki yansımaları çok ağır oluyor.

Fakat filmde kızın hayata bu talihsiz başlangıcından çok -yani anne babasının ayrılması sonucu bir eksiklik ile yola başlamasından çok- annesinin bu durum karşısında geliştirdiği tutum onda daha büyük bir gedik açıyor söz gelimi. Bu açıdan da olayların birey üzerindeki etkilerinden çok, çevresinin olaylar üzerinden bireye karşı tutumlarının daha ciddi sorunlar teşkil ettiği gerçeği doğuyor. Kız kendini sağlıklı bir birey olarak topluma kabul ettirmekten ziyade kendi içsel yolculuğunda kaybolurken, annesinin sürekli onu buradan çekip topluma entegre etme yönündeki zorlayıcı tavrı kızın hep bir şeyleri yarım bırakmasına sebep oluyor. Bu kopmalar bir yerde birikirken sonunda kıza psikiyatrik tedavi uygulanıyor ve prozaclarla yatıştırılıyor. Fakat  bunun ne kadar etik olduğu da muamma. Çünkü bir yerde topluma entegrasyon kişinin kendi özgün varoluşuna aman vermiyor denebilir.

Filmlerde olsun, romanlarda olsun bize hep “doğru” olan karakterler ile yanlış olan karakterler empoze edilirken, bu karakterleri oturup değerlendirerek kolektif bir biliç oluştup ortak bir mutabakat sonucu doğru – yanlışlarımız şekillenir ve tüm bunların içinde kendi biricik varoluşumuzun nerede olduğu sorusunu soramayız bile. Doğru tarafında olmak mecburiyetindeyizdir; eğer ki sorular ile kafasını meşgul ederken bir an için kendine çeki düzen veremeyip yanlışlar safına kayan kişi olursa o anında klinik vaka oluverir. Bu açıdan, insanın kendi kişisel sorunları mı bir tür psikolojik sağlıksızlıktır, yoksa kişinin kendi kişisel sorunlarını üzerine dahi gidemeden hemen topluma entegre olması için onları baskılamasını emreden düzen mi bir tür psikolojik sağlıksızlık doğuruyor bunu yıllardır sorarım. Filmde bu açıdan karakteri kendime yakın bulduğum bir durum var. Ben de bu antidepresanlardan denedim bir süre ve uzun vadede faydasını gördüğümü de pek söyleyemem. Beni düşüncelerden sıyırıp kafamı hafifletmesi kısa vadede bir işe yarayabilirdi. Filmde de zaten belli bir süre ertelemek üzerinde durulmuş. Fakat bu ertelemenin sonucunda tekrar kişinin kendine dönüşü mümkün mü bilemiyorum. Film bu açıdan iyimser bir finale sahip ama en azından ben kendi açımdan öyle düşünmüyorum hala. Neden böyle düşünmediğimi açıklayamam şayet açıklayabilecek olsam bu bir kitap filan olabilirdi yani. Özet olarak şöyle izah edebilirim belki; hepimizin içinde sorular soran, insanı yoran ve rahatsızlık veren bir şey var. Bu benim büyük bir parçammış gibi geliyor ve bunu uyutmak da bir yerde büyük bir parçamı öldürmek gibi. Uyutmak yerine en azından dışarıya karşı "normal"i oynayan bir oyuncu olarak yetiştirmek zor ama daha makbul bir yol olabilir. Ha ben bunu henüz becerebildiğimi iddia etmiyorum, belki asla beceremem de. Fakat şöyle bir gerçek var ki; uyuyarak yaşayacak olduktan sonra doğmuş olmanın manası yok. Hem toplumun sağlığı ve varlığı kadar her bir bireyin de varlığı önemli olmalı.

pazar günü huzuru için bir albüm