27 Haziran 2012 Çarşamba

eşitsizlik

kendim yazmışım gibi hissettim. aynı düşüncelerin kıyısından geçmiş, aynı zamanda şekillenmiş böylesi insanlarla karşılaştığım zaman umut doluyorum en azından akranlarım için. neyse uzatmayayım;

eşitsizlik 

ben küçükken, hani çay kaşıkları filan olur, yemek kaşıklarının yavrusu zannedersin, ama yok belki biraz daha sonra. televizyonlar olur, yerlerinde saksılar eser, kimse kimsenin yerini tutmaz, bir kalkan bir daha oturamaz. işte öyle bir kün, boş bulunup var olmuş bulunduk. derken, ortaokul filan mıydı acaba. hani klipler olur, misal britney spears dans eder, ama yalnız başına etmez, arkasında dansçı kızlar olur, aynı anda aynı figürleri yaparlar. neyse işte ben bunları izlediğim zamanlar, yani işte o zamanlar, yani daha koreografi ne demek bilmez iken, bana hep şey gibi gelirdi. o arkadaki dansçı kızlara nedense hep acıyarak bakardım. hep şey diye düşünürdüm, bunların da hepsi aslında britney spears'in yerinde olmak isterdi, ama olamadılar, nasiplerine figüranlık düştü. kendilerinden daha güzel, daha şanslı birilerinin arkasında isimsiz bir şekilde dans edebiliyorlar ancak, hiçbir zaman britney olamayacaklar. böyle düşünüp düşünüp garip bir hüzün kaplardı içimi. britney olmanın matahına dair de henüz pek fikrim yokken. hala da kliplerdeki dansçıları gördükçe bazen o hüzün kaplar içimi.

yine ortaokuldayken, yani acaba ferrari mi hızlıdır porşe mi, van damme mı döver bruş li mi diye çeşitli tefekkürlere daldığımız zamanlardayken, ciddi ciddi kafama taktığımı hatırlıyorum. insanlar hiçbir zaman bir ferrarilerinin olamayacağı gerçeğini bile bile nasıl yaşıyorlar? yani dünyada birilerinin ferrariye bindiğini bilirken, insanlar nasıl olur da otobüslerde sürünmeyi kendine yedirebiliyor? bu gerçekle nasıl yaşayabiliyorlar? yani misal adam memur. mesela benim babam. memur yani, bildiğin. öyle yaşayıp gidiyor. nasıl lan? nasıl yani? öylesine kafama takmıştım ki, şimdi hatırladıkça gülesim geliyor.

birazdan sizi öldüreceğim, o yüzden lafı uzatıyorum ki şey olmasın. allahın köleleri, sizi öldürerek aşacağım, kapsayarak aşacağım, kapsama alanıma geliniz beni yormayınız. insan aşılması gereken bir şeydir diyor nietzsche. sırf o yüzden, yoksa yanlış anlaşılmasın. sizin yanınızda üstinsan olmak ayıp olur. bunu kediler bile bilir, ama belli etmezler. o yüzden sağlı sollu tokatlatmak gerekir, her iki yanağımızı, ki eşitsizliğin her iki tarafı marx ile çarpılsın.

ve şimdi, yani, o kinimi, o dinimi, o muhatabını bulamayıp hayal kırıklığına uğrayan öfkemi hatırladıkça, o farkında olmadan ant içmişliğimi, ve gördüğüm her yerde nefretimi kusacağıma iman etmişliğimi yeni yeni idrak ettikçe, anlıyorum ki dönüşü olmayan bir yola girmişim, ömrüm boyunca eşitsizliğin her türlüsünden tiksineceğim. ve tiksindikçe insan olacağım. ve insan olmakta ısrar edeceğim. ve denilirse ki varlık eşitsizliktir, öyleyse yaşasın yokluk diyeceğim, varoluşun köküne kibrit suyu dökeceğim. her ne ile meşrulaştırıyorsanız, varlıkla, doğallıkla, tanrıyla veya şeytanla, her ne ile cilalıyorsanız, onun üstüne tüküreceğim. nietzsche aşılması gereken bir şeydir.

ve elbet, önce aynalara tükürmek lazım. çünkü ideoloji idraklere giydirilmiş hunidir, cemil meriç körlüğüne yanmasın, bu işin aslı var astarı var, borges var, el maarri var. birazdan eşitsizliğin her iki tarafını sıfırla çarpacağım bekleyin. ya da beklemeyin, gidin yatın. ben de yatacağım ama rüyamda dansçı olduğu için çok mutlu olan bir çocuk göreceğim. sonra ben dans ederken birileri dağlarda ateş edecek, birileri ölecek, birileri ağlayacak, birileri gülecek. ve bir gün elbet herkes ölecek. ve bilirim ki, bütün cesetler, toprak altında eşit koşullarda yaşarlar.

kaynak; ekşisözlük

batı kültürünün japonya üzerindeki etkisi üzerine sosyolojik bir değerlendirme

başlık çok afili oldu ben bile güldüm yani; öyle bir anda yazıya başlık olarak aklıma geliverdi işte.
bunu sanırım japonya'da yaşayan bir türk yazmış. yazı bana çokça şey düşündürdü. batı kültürünün japonya'daki yeni nesil üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu çok iyi gözlemlemiş. ayrıca bizim toplumumuzda da paralellik gösteren benzer durumlar söz konusu. belki de bu arkadaş biraz da bu yüzden durumu daha iyi değerlendirmiş olabilir.



çalışkanlıkları yüzünden övülmesi aslında çok acıklı gerçekleri barındıran ülke... az evvel, japonya üzerine epeyce konuştuktan sonra, şu entry'yi yazma ihtiyacı duydum.

konu, neden japon gençlerinin geleneklerine bağlı olmadığı, hiroshima anıtı gibi yerlerde şakalar yapabilecek kadar milli hislerden uzak olduğundan açıldı (oraya gidip orayı gezmiş birisi bu soruyu yöneltti), ben de, kısaca açıklamaya çalıştım. elbette bahsettiğimiz şeyin sebebi bir çok gence göre değişebilir, insanların duyguları aynı olsa da sebepleri kişiden kişiye değişiyor. lakin benim gördüklerim içinde, yaş gruplarına göre sebep değişiyor. şöyle anlatayım, orta yaşlı insanlar zaten kesinlikle gülmüyorlar, ciddi duruyorlar, ama aslındaçoğu çok da dikkate almıyorlar, sadece öyle durmaları gerektiğini düşündükleri için öyle ciddi duranları da var... bizzat nagasakili bir kız arkadaş, ailesinin ona küçükken hiroshima ve nagasaki bombalamalarını hiç anlatmadıklarını söyledi, onu amerikalılara karşı düşmanca bir hisle yetiştirmek istememişler. "şu anki amerikalıların ne suçu var, bunu yapan onların atalarıydı, biz şimdi amerikalılarla dostça yaşamak istiyoruz, düşmanlıkları körüklemenin alemi yok" diye düşünüyorlarmış. 30 yaş civarına kadar bu düşünceler hakim.

lakin sonraki nesil (15-23 arası diyelim kabaca) artık bu olayı birebir yaşayanlar tarafından yetiştirilmediler. bu olayları hatırlayanlar belki büyük anne-babalardı ve çoğu öldü. hatırlamayan neslin çocukları olan gençler, zaten olaya önce nötr başlıyorlar, bir önceki nesil kadar bile duyarlı değiller (en basiti o bombalamalarda ailelerinden kimler öldü bilmiyorlar) lakin sonrasında, okulda olsun, filmlerle olsun, popüler kültür ögeleriyle olsun bu olay onlara anlatılıyor. işte burada bir ters tepme durumu yaşanıyor, bu nesil olayları hiç bilmediği, tamamen güncel, melez bir amerikan-japon kültüründe yetiştiği için (japonların hala geleneklerine çok bağlı olduğunu düşünenlerin en son 1970'lerde yapılmış araştırmaları okuduklarını düşünüyorum. zira şu an orta yaşlı olanlardan sonraki nesiller için bunu söylemek çok mümkün değil) "aman kültürüne uzak kalmasın" deyip iyice abartıyorlar bunları anlatmayı bazen ve sonuçta çocuklarda "ulan amma abarttınız, siz de pearl harbour baskını yapmışsınız ama, yettiniz artık!" dercesine bir tepki gelişiyor. anlatılanların abartılı olduğunu düşünüyor, belki de içine doğdukları amerikan kültürüne toz kondurmak istemiyorlar.

neden? çünkü japon kültürü hayal bile edemeyeceğiniz kadar baskıcıdır, aileler evlatlarını çizginin dışına çıktıkları anda reddeder ve mirastan mahrum ederler. oysa çocuklar amerikan kültürünün çok daha yumuşak ve "affedici" olduğunu düşünüyor, kendilerini bir taraf tutmak zorunda hissediyorlar. bu hissiyat da kendini "japon değerleriyle dalga geçmek, onlara karşı çıkmak" şeklinde dışarı vuruyor bazen.. bazıları gerçekten umursamıyor, o yüzden dalga geçmekte sakınca görmüyor "her şeyle dalga geçilebilir, ne var ki bunda?" diyerek, bazıları az da olsa milliyetçi hisler hissediyorsa bile ekseriyetle bundan utanıyor ve bastırmak için dalga geçiyor. ama genel olarak, gerçekten umursamayanlar çoğunlukta... "düşmanlıkları körüklememek için kötü anıları anlatmamak" bence de çok pozitif, ama insanoğlu matematiğe gelmiyor, "şöyle yaparsam böyle olur" denemiyor. bu sefer de, belki o anıları dinlemedikleri için, bu tarz anılarla karşılaşınca inanmayıp, abartılı bulma durumu ortaya çıkabiliyor.

genel anlamda, çocuklar japon kültüründen sıkılmış ya da utanıyor oluyorlar, haliyle japon kültürüne dair pek çok şeyle dalga geçiyorlar, hiroshima ve nagasaki'de ölenler için yapılan anıtlarla dalga geçmek belki de en uç noktası, ama kıyafetlerden yemeğe, her şeyle dalga geçiyorlar. binlerce japon, her sene göz ameliyatı olarak çekik gözlerinden kurtulmak, "batılı" gibi gözükmek istiyor (buna bayağı üzülüyorum aslında, insanın fiziksel görüntüsünden utanması sırf çekik gözlü diye... insanın aklı zor alıyor...)

anlayacağınız bunlar bir bütün. japonya'da gençler çok zor bir üniversiteye giriş sınavından geçerler, iyi bir üniversiteye girebilmek için 1200-1500 kanji ezberlemeleri gerekir (lakin girdikten sonra mezun olmak bir o kadar kolaymış diyorlar). üniversiteye giriş sınavından önceki bir kaç yıl ve üniversite yılları, baskı altında olmadıkları belki de tek dönemdir. özellikle iyi bir üniversiteye kapağı attıktan sonra, aileleri 4 yıllığına onlara baskı yapmaktan vazgeçer, saçlarını acayip şekillerde kesen/boyayan, o meşhur metro istasyonlarında karşılaşılan çılgın giyinmiş japon gençleri filan işte o güruhtandır. 4 senenin sonunda ise, sihirli değnek değmişçesine hepsi çok "cici" hanımlara-beylere dönüşüp iş hayatına atılırlar. eğer bu döngüye uymazlarsa aileleri tarafından anında reddedilirler, özellikle tokyo böyleleriyle dolu. istediklerini yapmasına izin vermeyen, her bireyden inanılmaz başarılı olmasını bekleyen japon kültürü gençleri ezer. japonya dünyada intihar oranının en yüksek olduğu yerdir (herkes norveç'i filan bilir, oysa norveç sadece avrupa'nın en yüksek oranına sahiptir dünyanın değil) aynı şekilde alkolizm sorunu da japon hükümetinin en çok uğraştığı sorun, ülkede herkes deli gibi çalışıyor, işten çıkınca ise alkole sarılıyor, çünkü insanlar mutsuz...

japon kültürü, genel manada -belki bizim ikiyüzlü diyebileceğimiz şekilde ya da ölümcül bir kibarlık- "göründüğün gibi olma ya da olduğun gibi görünme" düsturu üzerine kuruludur. içinizde berbat biri olabilirsiniz, toplum kurallarına uyduğunuz sürece sorun değildir. ya da harika bir insan olabilirsiniz, şekle uymadığınız sürece beş para etmez. bir yandan hayran olunan "düzenli, nazik, saygılı insanların ülkesi", orada yaşayanlar için bir cenderedir, şekil, daima içerikten önce gelir. bu durum, onları sanat ve işte başarılı yapar; fakat kişisel hayatta, mutsuz, tatminsiz, sürekli ailesini onurlandırması gerektiğini, şirketini utandırmaması gerektiğini düşünen insanlar yaratır. bizim çok mana veremediğimiz seppuku (popüler adıyla harakiri) uygulaması esasen bunun bir yansımasıdır (zannedildiği gibi her japon yapamaz, sadece imparator tarafından izin verilen askeri soylular yapabilir gerçi bunu ya, neyse o ayrı mesele.) onurunu yitiren, başarısızlığa uğrayan insanların özürü yerine geçer, canını alarak onurunu temizler.

lakin artık savaş soyluları olmadığı için, daha güncel ölümler var; kendilerini trenin önüne atan japonlar. üstelik, seppuku dışında intihar da gayet başarısız bir durum olarak görüldüğü, intihar edenler aşağılandığı için, tren şirketleri intihar edenler yüzünden seferler aksadı diye intihar edenlerin ailesine tazminat davası açabiliyor! (aynısı türkiye'de olsa sanırım linç ederler...) keza, içinde birinin kendini astığı ev, bir daha asla alıcı/kiracı bulamayabiliyor, çünkü o başarısızlığın yahut başarısızlığı getiren kötü şansın yeni sahiplere bulaşabileceğine dair inanç hala çok kuvvetli (bu evleri kiralarının düşük olmasından ayırt etmek mümkün. tabii durum, bu hurafeye inanmayan yabancılara yarar genelde.)

kısaca, japonya, birbirinden mutsuz, günde 13-14 saat yaşayan, sonra kazandığı parayla çocuklarını en iyi okullara gönderip onları da aynı cendereye sokan, dışarıdan bakınca zengin ve müreffeh, kibar insanların yaşadığı, içeriden bakınca ise cehennemin farklı bir boyutunu yaşatan bir ülkedir...

ben bir japon olmadığımdan, bana her halde güzel gelir, garipliği onu daha ilginç yapar.

"japonya balina gibidir: denizde yaşar ama balık değildir; balığa benzer ama memelidir." -umesao tadao

baskıcı çocukluk ve baskıcı iş hayatı arasında kalan dilimde, kendilerince eğlenebildikleri tek vakitte japon kültürüne dair ne varsa onla dalga geçiyorlar. çünkü biliyorlar ki o kültür onları da öğütecek ve karşı koymaya çalışmak direkt toplumsal reddedilişi getiriyor. bence japonların hali bayaa acıklı...

kaynak; ekşisözlük

23 Haziran 2012 Cumartesi

bulut ve ağaç

“bir bulut mu olmak isterdin yoksa bir ağaç mı?” diye sorsalardı.
şüphesiz ağaç cevabını verirdim.


bulut rüzgar nereye götürürse oraya gider,
ağaç ise rüzgara inat yerinde sağlamdır.
bulut bir boşlukta süzülür, zeminsizdir,
ağaç ise kök salmıştır, varlığını zeminine borçludur.

bulut altındaki boşluğa, bu zeminsizliğine meydan okur,
ağaç ise onu yerinden etmeye çalışan rüzgara meydan okur.

bulut bugün bir semada, yarın başka bir semada gezerken,
hızlı yaşayıp genç ölür. o bilir ki; hayat kısadır.
çünkü rüzgardan beslenenin ömrü kısa olur.

ağaç için ise her yer aynıdır, her yerde sema vardır ve aynı değişir,
yavaş yaşayıp geç ölür. o bilir ki; hayat uzundur.
çünkü topraktan beslenenin ömrü uzun olur.

bulut için hayatta hiçbir şeyin önemi yoktur,
kendisi de önemsizdir ve hayatın gelip geçicisidir.

ağaç için ise hayatta her şey önemlidir,
o bu önem içinde edindiği yer kadarıyla hayatın kalıcısıdır.

bulut için özgürlük hayattaki en önemli şeydir,
ağaç için ise rüzgarın güttüğü asla özgür olamaz.

13 Haziran 2012 Çarşamba

boyce avenue

böylesi yetenekli bir insan olmak dünyanın en değerli kazanımı olsa gerek. adam hem harika çalıyor, hem harika söylüyor, tüm bunların yanında bir de harika tonlamalar yaparak parçaları orijinallerinden bile daha güzel hale getiriyor.


she will be loved (maroon 5)


jeremy (pearl jam)

rolling in the deep (adele)

here without you (3 doors down)


jar of hearts  (christina perri)



somebody that i used to know (gotye feat. kimbra )

heaven (brayn adams)


set fire to the rain (adele) 



i want it that way (backstreet boys) 


we are young (fun. feat. janelle)


glad you came (the wanted)


broken angel