31 Mart 2012 Cumartesi

anathema - forgotten hopes

Vincent ve Daniel'dan otel odası performansı. Yıllar önce (ben küçükken) bir cd'den çıkmıştı bu video. Pek severdim, bilmem kaç defa izlemişimdir/dinlemişimdir yani. Şimdi internette tesadüfen denk gelince geçmişe dönüş filan gibi bişeyler oldu.


Hey you rotting in your alcoholic shell
Banging on the walls of your intoxicated mind
Do you ever wonder why you were left alone
As your heart grew colder and finally turned to stone

Did I punish you for dreaming?
Did I break your heart and leave you crying?
Do you ever dream of escaping...
Don't you ever dream of escaping?

Pathetic oblivion
Forgotten hopes buried in your soul's lonely grave
Pathetic oblivion
Remember how you were before you locked your heart away

Did I punish you for dreaming?
Did I break your heart and leave you crying?
Do you ever dream of escaping...
Don't you ever dream of escaping?

29 Mart 2012 Perşembe

minnet eylemem

ahmet arslan - minnet eylemem

har içinde biten gonca güle minnet eylemem
arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem

bir acaip derde düştüm herkes gider karına
bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
rizkimi veren huda dir kula minnet eylemem

oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

söz: nesimi

26 Mart 2012 Pazartesi

ah muhsin ünlü


Ah Muhsin Ünlü takma isimli bu şair, şu sıralar pek sevdiğim bir dizi olan Leyla ile Mecnun’un yönetmeni Onur Ünlü imiş aslında. Afilifilintalarda ismine denk gelince ve Ünlü soyadını görünce şüphelenmiştim. Şiirlerine denk gelişiminden manidar bir tesadüf oldu tabi ki bu durum. Çok beğendim, okuyup okuyup istemsizce güldüm. Sonra çokça şey de düşündüm. Neden gülüyordum ki? Daha sonra denk geldiğim bir röportajında, bu gülmeme sebep olan şeyi de bizzat kendisi anlattı bana;

Ah Muhsin Ünlü: Bir arkadaşım şiirlerimi okuyup okuyup gülüyor ama nasıl kahkahalar atıyor. Doğrusu çok bozuluyorum ona. Hâlbuki komedi-şiiri diye bir şey yoktur. Trajik olanın gönülden ifşası humoru açığa çıkarır. Humor olsun diye bir ifade kurulamaz; bir ifade gereğinden kıvamlı ve güçlü ise humora varılabilir.
Murat Menteş: Trajedi sence kime aittir? Şaire mi, çağa mı, topluma mı?
Ah Muhsin Ünlü: Olu’un dönmesi için sert şeyler olması lazım. Allah’ın planlayarak oldurduğu şeylerin hepsi, yalnız başına bir insan için oldukça sert şeylerdir. Her şey, en ufak günlük yaşamsal faaliyetler…
Murat Menteş: Mesela?
Ah Muhsin Ünlü: Su içiyorsun ve su nefes boruna kaçmıyor. Orada trajik bir potansiyel var. Algılamayla ilgili bir şey bu. Ben bunu daha çok Nietzsche’nin trajiği üzerinden düşünüyorum. Yani kişi istekleriyle âlemin istekleri arasında kalmamalı. Allah’ın muradı ile senin nefsinin etkisiyle istediklerin çatıştığı zaman trajedi doğar. Ayrıca paran az olduğu halde minibüse değil taksiye binmek istiyorsundur, al sana trajik bir durum. Nefsinle karşı karşıya geldiğin an trajiktir. Senden ayrı bir nefsin var. Senden ayrı bir nefsin var. Kalp var, akıl var. İbn-i arabi bunları anlatıyor ama çok karışık. Sen iki şey yapabilirsin, 1. Nefsine yenilirsin, 2. Allah’ın yardımıyla nefsinin taleplerinin hakkından gelirsin. Nefsine karşı ne kadar güçlü hamleler yapabilirsen o kadar humor çıkar ortaya. Benim anladığım bu.

Şiirlerinde vurucu bir trajik taraf var. İnsana dair bir trajedi. Nietzsche’nin trajiği dediği perspektif, bu insana dair olmanın komedisinde gizli olsa gerek. Tam da burada Nietzsche’nin bir sözü geliyor aklıma; "… Belki de ben, yalnızca insanın niçin güldüğünü en iyi bilenim. İnsan, sadece o denli derin acı çeker ki, o gülmeyi icat etmeye mecbur kaldı. En umutsuz ve en melankolik hayvan, haklı olarak en şen şatır olanıdır."

Daha sonra da Müjdat Gezen’in bir sözü geldi aklıma; “insan yalnızca insana özgü şeylere güler”. Sahiden de öyle. Doğadaki herhangi bir şeye gülmeyiz; söz gelimi bir ağaca gülmeyiz, ama o ağaç insana benzerse güleriz; söz gelimi hayvanlardan en çok maymunlara güleriz, çünkü onda insanlığa dair şeyler buluruz. Evet, bu şiirlerdeki insana dairlik durum öylesi açığa çıkmış ki gülecek bir şeyler uyandırıyor. Ama bu tam da Nietzsche’nin dayandırğı noktada açığa çıkıyor; acıdan icat edilen içgüdüsellikteki gülünçlük. Vurucu tarafı da burada saklı, güldürürken hüzünlendirmesi de…

Keşke şiir yazmayı bırakmasaymış. Umarım bir gün tekrar yazar. Neyse, şiirlerinden birkaç tanesini paylaşarak bıdı bıdı yapmayı kesiyorum artık;

Sen Beni Öpersen Belki Fransız Olurum

sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.

Ayakkabılarını Kapımın Önünde Görmeyi İstiyorum…

“ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum!
çünkü bu,
seni seviyorumun içine nal salmak demektir
ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
ve gitmen beni dile indirger sevgilim”

Mıknatıssız Pusula

ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
adlı bir cengaver olarak telefon ediyorum.
hakiki cinayetler işleniyor görüyorum.
isa görüyor, şeyhim görüyor, ben görüyorum.
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

yüzyıl şilisinden bir dazz javulcusu inliyor tam arlarımda
hiç durmadan kentlimağlup kıyasıya mağrur ve mor
bir çocuğum şimdi pişman olmak için
birbiriylebağlantılıyüzbinlerceyılım vor.

seni sevmem
bu savaşı
kesintiye uğratmaz
ama ordan bakma!
bu, werther’in
leş kanını
gül kılar.

birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.
gideceğim ensk ökümde devlet denen şirk,
beb gözüğümde kent gördükçe kırılan gıçlar,
ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
bu çağın açısını dik tutacaklar.

bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
ufka bir kesin ordum akıverecek
elimde çözülecek makina ve cinayet
marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.

inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
memleket sana rağmen ket vururken yarama
şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
-ve emir “kun” diyor; doğuruluyorum-
“bu ülke”den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
ellerini tutarım ki kudurtucudur.
bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.

ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm
birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!

ah laikse aşkımız biter elbet bir kışbaharyaz günü
gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
üç içbükey komodin silah çeker vurulur
sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.

ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.
nasıl çekip gitmiş bir şaman
çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
benim gibi sonsuz bir at
hiç koşmuyorken de attır.

biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

mıknatıssız bir pusula olarak

Araya gireceğim affınıza sığınarak. Şiirlerini gülümseyerek okurken; yalnız bu adam hüzünlü bir şeyler yazmışsa kesin beni ağlatır dedim. Derken denk geldim işte öyle bir şiire;

Resulullahla Benim Aramdaki Farklar

resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
resulullah yolda ebu bekir’i görse ‘es selamu aleyküm ya sıddık’ derdi,
ben yolda ebu bekir’i görsem tanımam.
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

resulullah azrail’i yolda görse tanırdı;
ben azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.

resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah’ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?

resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki ‘kızım ha gayret!’;
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki ‘anneciğim ölmesen…’

ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki ‘anneciğim seni ben…’;
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.

19 Mart 2012 Pazartesi

olmak ya da olmamak, yalan olmak ya da olmamak

biz tepeden tırnağa kendi denetimimizi yapıyoruz. peki neden? bu yetkiyi bize kim veriyor? bizi biz yapan kaynaklara gitmek gerek belki burada. 

bu denetim yanlışa aman vermiyor. yanlışa tahammül edemiyoruz. bu da sonunda insan olmanın gereği kusurlu olan varlığımızı katlanılmaz hale getiriyor. her şey için böyle; mesela önümüzde bir üzüm varsa, onu yememiz için illa ki bağını bilmemiz gerekiyor. halbuki üzüm önündeyse onu yersin. üzüm yenmek içinse, ve yaşamak için yememiz gerekliyse, başka bir bağıntı yoktur ortada. basit düşünce bunu emreder. basit insanlar böyle düşünürler. insanların davranışlarını güdüleyen şey bu kadar basittir. onları tepeden tırnağa var eden şey budur. fazlası değil. tüm kapılar buna çıkar.

bizler ise tepeden tırnağa kendi varoluşumuzla uğraşıyoruz. düşünüyoruz. seyrediyoruz insanları. işte burada açığa çıkan bir soru var; “kendilerine nasıl inanıyorlar?” kendileri diyoruz, sonra da nasıl inandıklarını anlayamıyoruz. yalan olduklarını düşünüp, bir de “kendi”lik bahşediyoruz onlara. kendi varsa yalan-gerçek gibi bir ayrım kalmaz ki. düşünüyorum öyleyse varım kadar basit bir şey bu.

burada bize yalan gelen en büyük şey; “kendi” olabilmeleri değil de ne? biz kendimize bir “kendi”lik bahşedemezken, varoluşumuzu bir türlü gerçekleştiremezken, bunu insanlara nasıl da giydirebiliyoruz? ondan sonra da “yalan” diyoruz. yalan olacak tabi. çünkü bizde olmayan şey yalandır. bu kadar basit. bu yüzden de “kendi yalanları” diye bir şey söz konusu değil. kendi varsa zaten yalandır o bizim için. “kendine inanmak” meselesini de tam olarak buradan bağlamalıyız; “kendine inanmak = yalana inanmak” pek farklı şeyler değiller. burada yalanın ifade ettiği şey çok önemli.

ifade ettiği şey için başa dönmek lazım; bizi biz yapan kaynağa. bizi denetim altına alan, sürekli kendimizi yargılama yetkisi veren bu kaynak. ben son zamanlarda bunu yadsımaya çalışıyorum. kendimi var etmenin bir yolu olarak ışık gördüm burada. dedim ki; madem ben bir “kendi”lik yaratamıyorum, bu çok da zor olmaz benim için. belki düşündüğüm gibi gitmez. belki kontrolü tamamen yitirebilirim. fakat kaybedecek pek bir şeyim olmadığını düşünüyorum. belki bunu yadsırsam, yalan olan birçok şeyi gerçek olarak lehime çevirebilirim. çünkü şu an benim için çoğu şey yalan. ve gerçeğim azaldıkça ben de azalıyorum.

aslında her şey çok basit. üzüm yiyeceğiz, bağ ile işimiz yok.
bundan sonra basit olamayız, ama belki yalan olabiliriz. nasıl olacak bilmiyorum ama...

16 Mart 2012 Cuma

fotoğraf değil resim

Fotoğrafçılar genellikle kızarlar ya bir fotoğrafa resim dendiği zaman. "Resim" sözcüğü ağzınızdan bi çıksın hele, hemen düzeltirler; "resim değil o, fotoğraf denir ona bir kere" diye. Aşağıda görmüş olduklarınız ise resim. Paul Cadden isminde bir adamın yaptığı karakalem çizimler. Fakat tıpkı fotoğraf gibi görünüyorlar. Çok detaylı çalışılmış. Bu çizim akımı "Hiperrealizm" diye adlandırılıyormuş. Evet, fotoğrafçılara selam olsun; fotoğraf değil bu, resim bir kere tamam mı?


15 Mart 2012 Perşembe

iranda düzenlenen kitap konulu karikatür yarışması

İranda ilk defa düzenlenmiş olan "kitap" konulu karikatür yarışmasında ödül almış çalışmalar;

Birincilik Ödülü: Mehdi Mohammadi Rouzbahani (Iran)

İkincilik Ödülü: Naser Moghadam (Iran)

Üçüncülük Ödülü: Florian Doru Crihana (Romania)

Jüri Seçkin Ödülü: Shahram Rezaei (Iran)

Jüri Seçkin Ödülü: Valentin Druzhinin (Russia)

Jüri Seçkin Ödülü: Saman Ahmadi (Iran)

Jüri Seçkin Ödülü: Paolo Dalponte (Italy)

Jüri Seçkin Ödülü: Jugoslav Vlahovic (Serbia)

Jüri Seçkin Ödülü: Şevket Yalaz (Türkiye)

Jüri Seçkin Ödülü: Oleksy Kustovsky (Ukraine)

12 Mart 2012 Pazartesi

üşüyüp uyumak

O kadar çok gerilmiştim ki, şimdi birden bire kendimi salınca tuhaf bir şekilde boşluğa düştüğümü hissettim; içi doldurulmamış bir zamanın hissiyatı, yarını bugünden yaşama gayretkeşliğinden sıyrılma.

Alışkanlık ne şaşmaz bir şey aslında. Şu nehrin suyunu bilirim; asırlardır akar, bir tür alışkanlıktan mıdır nedir? Kayaları bile oymuş geçmiş de hala şırıl şırıl akıyor işte.

Beşer şaşar derler. Kendimden caydığım oluyor da, kendimde olmaktan cayamıyorum ya bir türlü. Bilmiyorum bırakabildim mi kendimi şu nehrin kıyısından aşağıya. Bilmiyorum artık sürükleniyor muyum zerreciklerimle. Sadece çıplaktım ve üşümüştüm; buna yordum ben de gidişatı. Bilmiyorum yol aldım mı ve asıl bilmiyorum ki gidiyor muyum?

Uyumuyormuşum ne zamandır. Bir tür cehenneme uyanığım nicedir. Şimdi ise üşüdüm birden. Suya yordum üşüyüşümü. Ben hep çıplaktım hem. Ateşe gitse en çok yanan, suya gitse en çok üşüyen çıplak. Üşüyorum ve uyuyorum artık.

7 Mart 2012 Çarşamba

light in babylon

Belki istiklal caddesinde yürürken karşınıza çıkarlar.

"sei enaich vrey" (orijinal)

"sei enaich vrey" (istiklal cad. performans)

yine pek şahane bir parça olan "istanbul"

burada biraz daha kaliteli kaydetmişler

bazıları elemanlar gidiyor,  bazı elemanlar geliyor ama müzik devam ediyor.

ayrıca şu santur denen aletin hastasıyım. çalmayı öğrenmek isterdim.

3 Mart 2012 Cumartesi

dogville

İnsanoğlunun kibirden arınmasının mümkün olmadığı, kibrin kaçınılmaz olduğu mesajını veren bir film.

Kibir öyle bir şeydir ki; bir başkası ile bizi, yere tebeşirle çizilmiş bir çizgi kadar ayrı tutabilir ancak. Duvarları yoktur kibrin, ayıramaz bizi; ve kimsenin kimseden saklayabileceği, sakınabileceği bir varoluş alanı bırakmaz.

Diğer yandan da, insanları birbirinden ayıran en temel şeylerden birisi değil midir bu kibir? Kendimizi değerlemek, bir başkası tarafından değerlendirilmek için, birbirimizi sıfatlamak, sınıflandırmak için en elzem şey olup çıkar. Kibir, herkesi kendince en özel kılarken, diğerleri tarafından da yargılanmayı kabul etmektir bir yerde.

Grace de kendince özel bir insan. Etik değerlerin kibrinden arınmış, kendi yüce idealleri olan birisi. Film de, Grace’in, küçük bir kasaba tarafından kabul ediliş süreci, kabul görüşü, benimsenişi ve sonunda tüketilişinin hazin öyküsünü anlatıyor.

Peygamberlik mertebesine erişmiş, insanları sadece koşulların el verdiği şekilde davranan ve yanlışları da sadece koşulların gereği yaptığını varsayan bir kibirlidir Grace. Dünyada olup biten her şeyin bir haklı gerekçesi olduğunu varsayabilecek bir boyuttayken, kendisine yapılanları da sineye çeker haliyle. Fakat Grace’in öncelikle şu soruyu sorması gerekiyordu kendisine; “Eğer ben karşımdaki insanın yerinde olsam, böyle yapar mıydım?” Bu soruyu babası ona yöneltince verdiği cevap şüphesiz ki “hayır” oldu. Tam da burada her şeyin farkına vardı, ne kadar kibirli olduğunu anladı.

Buradan çıkan sonuç ise; insanın kendini yüce ideallere adaması, kötülüklere ve zulme karşı kayıtsız kalacak düzeyde gelmesi demek, insanlardan üstün olması demektir ve bu da bir tür kibirdir. Çünkü bu kibir denen şeyin karşılığı insanlıktadır. İnsanlara karşı her tutumumuz kaçınılmaz bir kibirdir. Mesela bir taşa karşı kibirli olmamız söz konusu değildir. Çünkü taş kayıtsızdır, ona karşı gösterilen kibir hiçbir şey ifade etmez.

Burada yüce idealleri olan Grace şüphesiz ki İsa’yı sembolize ediyor; insanların yardımına koşması, insanlar tarafından zincire vurulması, yapılan zulmü sineye çekmesi ile bir çok açıdan gözlemlenebilir bu. Fakat filmin sonunda, İsa gibi insanlığa ders olmak adına yok olup gitmiyor. O insanları yok ediyor. Adaleti sağlıyor. Burada şüphesiz ki kendisine karşı yapılan adaletsizliğin adaletini sağlamak peşinde de değil Grace; insan doğasının adaletini tesis ediyor.

Buradaki kibri çok iyi yansıttığını düşündüğüm bir alıntı var Sarter’dan;

“…Hatta zaman zaman, kendime deha malederek, arzularımın altında bir seviyede kaldığım hissine kapılırım. Böyle bir şeyle yetiniyor olmak zaten küçültücüdür. Aslında bu kibir, dünya karşısında mutlak bir bilince sahip olmanın gururudur. Kah bir bilinç olmaya, kah bütün dünyayı bilmeye hayran kalırım. Dünyaya dayanan bir bilinç, işte kibirlendiğim şey bu.

…bu kibir denen şey her bilincin tekliği ile insanlık durumunun genelliği arasında salınır. İnsanlık bilincinin durumunu üstlenen bir bilinç olduğum için kibir duyuyorum. Ve bu aklı başında kibir bir anda erişilmez olur. “Gözde” nitelikleriyle, kudretiyle, güzelliğiyle, zekasıyla ve hatta erdemleriyle övünen kişi umutsuzluk ve alçakgönüllülük içinde bir öznedir, çünkü o, bu şekilde aynı zamanda, bir diğerinin yargılanmasını ve kıyaslamasını kabul etmiştir. Ama ben kibrimin nesnesini bir diğerinin yargılamasından ve her tür kıyaslamadan kaçırıyorum. Çünkü benim gurur duyduğum şey, beni biricik kılan (herkes aynı şekilde, kendi türünde biriciktir) şey ve ilk başta diğerinin yargısında kaçan şeydir. Diğerinin varlığını benim için mümkün kulan da bilinçtir.”

Bu alıntı nomen’in KİBİR; Kİ BİR BÜYÜK GÜNAHTIR! başlıklı yazısından alınmıştır. Bu şahane metni de Dogville filmiyle çok alakalı bulduğumu söylemeliyim.

2 Mart 2012 Cuma

away we go

Romantik aşk filmleri genellikle ilk göz ağrısı, çocukluk – gençlik aşkları üzerine kuruludur ya hani. Bir takım “hayat sorumlulukları”ndan uzak, doyasıya yaşayan insanların hikâyeleridir bunlar genellikle. Birçok kitleyi de tavlar bu filmler; gençler kendileriyle eşleştirir, orta yaşlılar ise gençliklerini anımsar filan.

Bu filmde ise daha çok iki yetişkin aşığın hayat yolculuğuna değinilmiş.  Yani bir üst evre; aile kurmak, çocuk sahibi olmak, düzen kurmak üzerine bir yolculuk. Ama bu sahiden bir yolculuk, yani fiilen bir yolculuk. Çelişki de bu ya; düzen kurmaya çalışan iki gezginden bahsediyoruz. Filmin havası romantik, komik, insanın içini ısıtan türden. Alelade bir romantik aşk filmindeki gibi şu “hayat sorumluluğu” bu filmde yadsınmıyor. Diğer yandan, her ne kadar orta yaş zamanı ele alınıyorsa da, ortada dramatik bir durum söz konusu değil. Her şey, adeta üzerine gidilerek alt ediliyor. Bunu da, inşa edilen karakterlerle, son derece samimi, çok daha içten bir şekilde yapıyorlar.

Özetle; insanlar romantik aşk filmlerini izlerken, en çok da şu “hayat sorumluluğu” denen şeyden bir an olsun uzaklaşmayı ve mutlu olmayı bekler. Bu filmde de elde edebilirsiniz bunu. Ama yadsınarak değil, üstüne gidilerek, adeta ti ye alarak.

Filmdeki karakterler çok orijinaller. Hem orijinal tipler yazılmış, hem de çok iyi canlandırılmış. Fazla da uzatmaya gerek yok; izlemeniz tavsiyedir.