30 Aralık 2012 Pazar

nasreddin hoca ve bitürk


Arkadaşlarım yaptığı için midir nedir çok beğendiğim bu filmi. Nasreddin Hoca’yı oynayan Fahrettin abi, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Tiyatro okurken 3. sınıfta bırakan bir abimiz. Fakat bu yarım bırakılmış eğitimin ona fazla bişey kazandırdığını sanmam, zira kendisi doğuştan yetenekli cinsten. Beraber geçen yıllarımızı hatırladıkça aklımda hep yaptığı şakalar, mizahi kişiliği geliyor ki geçirdiğimiz günler zor günlerdi halbuki. Yeteneği var şüphesiz fakat bize malzeme edip heba olduğunu düşünmüşümdür hep. Heba olmayıp, bir işe yaramak için beni konservatuar’a hazırlamayı bile teklif etmişti halbuki fakat çok yanlış bir insana denk geldi ne yazık ki; zira ben kendimden fazlasıyla ümitsiz birisi olarak. Onca gazlamaları filan boşa gitti. Nasıl ümitli olabilirim ki? Bu iş yetenek işi, hazırlanmakla da bir yere kadar. Hem ortada kendisinin konservatuara giriş öyküsü varken. Şöyle ki; liseyi bitirdikten sonra, aslında aklında hiç bu tür işler yokken ve üniversite sınavlarına filan hazırlanırken bir arkadaşı hummalı şekilde konservatuar’a hazırlanmaktadır. Bizim Fahrettin abi’ye “sen de benimle gel de yalnız gitmeyeyim” der ve ona başvuru yaptırır. Arkadaşının 2. mi, 3.mü girişiydi hatırlamıyorum ama tiyatro kurslarına filan giden, ciddi şekilde bu işi kafasına koymuş birisiymiş. Sonra seçmelerin olduğu gün gelir çatar. Öyle ki Fahrettin abi o gün seçmelerin olduğunu bile hatırlamaz, arkadaşı uyandırarak kendisini evden alır. Beraber seçmelere giderler. Sonra çıkarlar. Arkadaşı bu sefer kesin olacak diye ümitlene dursun Fahrettin abinin bu işten zerre ümidi yoktur. Sadece söylenenleri, yap denilenleri yapmış ve çıkmıştır seçmelerden. Yaptıklarının da ne olduğu hakkında pek fikri yoktur. Kaldı ki arkadaşı o kadar hazırlanmayla katılıp da bir türlü seçilemiyorken nasıl ümitlensin? Aradan bir süre geçer ve bir gün arkadaşı arar “nasıl oldu bu?” diye sorar hayli kızgın bir şekilde. Fahrettin abi’nin durumdan haberi yoktur, seçmelerin ne zaman açıklanacağını dahi bilmez, nasıl olsa seçilmeyeceğini düşünerek konuya ilgisizdir. Lakin şu işe bakın ki bizim çılgınlar gibi hazırlanan arkadaşı seçmezler de Fahrettin abi’yi seçerler.

Neyse, kendisinin oyunculuğunu hiç görmemiştim. Yani şu seçilme öyküsünü bilip de ve bir de her gün bize türlü oyunlar yaptığını görürken üzülüyorduk bu duruma. Belediye tiyatrolarına filan başvur dememize aldırmadı hep, aslında bu tür küçük işleri hep küçümsediğini söyleyebilirim. Sanatçı artistliği de yok değildi hani bizim Fahrettin abi’de. Ama bu işi kabul etmiş işte. Sanırım arkadaşlar arasında yapılan bir iş diye. Şimdi ilk kez onu bir filmde oynarken görünce heyecanlandım, tuhaf şeyler hissettim haliyle. Umarım bundan sonra bişeyler yapmaya devam eder.

Bitürk’ü oynayan Efe’yi tanımıyorum ama kendisi bobilerde filan bir hayli meşhur bir arkadaş. Çok iyi çalışmaları var. İyi bir mizahçı. Bu filmin senaryosu da kendisine ait. Yalçın abi bir gün beni kendisiyle tanıştıracağını söyledi bakalım.

Yalçın abi de Fahrettin abi kadar uzun dostluğumuz olan birisi tabi. Ortak arkadaşlarız zaten. Hani gülen ekip var ya onlar arasında sakallı olan. Kendisi son zamanlarda fotoğraf, kamera işlerine el attı. Bu kısa filmde yapımcı, bir de bazı sahnelerde gülüyor işte. Geçen ziyaretlerine gittiğimde bana yapım aşamasını anlattı. İzmir’de bir çok köy gezmişler çekimler için. Çok hoş yerler seçmişler gerçekten de. Çekim kalitesi de gayet iyi fakat sonradan seslendirme işi bozmuş birazcık. Eh o kadar da olacak tabi. O da ekipman yetersizliğinden kaynaklı sanırım.

Bu kısa film ile Okan Bayülgen’in hazırladığı bir kısa film yarışmasına katılmaya karar vermişler bir ara. Hatta program jeneriğinde filmin bazı sahneleri bile yer almış. Fakat daha sonradan Efe, Okan’ın yarışmaya kendi arkadaşlarını aldığını öğrenince yarışmadan çekilme kararı almış. Amatör kısa film yarışmasında profesyonel bir ekibin katılmasını adaletsiz bulmuş haklı olarak.

Son olarak; Eşeğin satranç oynadığı sahne bir kez çekilmiş ve eşek tesadüfen şahı devirmiş :)

Çok uzattım, haydi iyi seyirler.


26 Aralık 2012 Çarşamba

fires at midnight


bu zamana kadar bu blogda hiç blackmore's night parçası paylaşmamış olduğumu fark ettim. ayıp etmişim.

24 Kasım 2012 Cumartesi

intouchables

Bu tarz filmler yapmak zor olmalı diye düşünürüm hep. Zira büyük bir meydan okuma hikayesi varsa elinizde ve verdiğiniz mesaj büyükse, bunun kusursuz olması gerek, en ufak hata affedilmez. Duygu sömürüsü ile, samimiyetsizlikle suçlanır.

Şimdi dramatik bir durum ile komedi yaratarak izleyenleri alaşağı etmesinden ziyade ben bu filimi samimi kılan, iki uç noktayı birbirine kaynaştırmaktaki ustalıklara değinmek istiyorum. İki uç yaşamın kesiştiği dostluğu öylesi bir perspektiften gösteriyor ki, aslında o kadar uç olmayan, aralarda sıradan yollara inat kestirme köprüler olan bir bağ var. Başlangıçta Philippe tekerlekli sandalyeye mahkum olmasına rağmen yaşama iradesini olumsuzlamamış, kendini geliştiren, dışa dönük, alaycı bir karakter. Sadece bu bile Driss ile arasında bir köprü oluyor. Zira Driss de zor koşullarına rağmen yaşamdan zevk alan bir mizaca sahip. Bu ortak noktada dostlukları gelişince hikaye samimi bir hale bürünüyor. Philippe’in tekerlekli sandalye mahkum oluşu da, Driss’in onun bakıcısı olması da zamanla filmin hikayesinde zihinlerimizden siliniyor ve geriye sadece onların dostlukları kalıyor. En sonunda da bu dostluğun bıraktığı tad ve bir tebessüm haliyle film bitiyor.

Philippe zenginliğinin ve bunun getirdiği sosyal düzeyin keyfini süremeyecek bir durumda olduğu aşikar. Hali hazırda sağlığı yerindeyken bile adrenalin işlerine atılmış ve paraşüt kazasında felç olmuş olması manidar bu açıdan. Bu yüzden onun karakterine en yakın olan, kendi aristokrat çevresindeki sıkıcı insanlardan ziyade, aşağı tabakadan basit fakat neşeli bir insan oluyor. Aristokratların geliştirdiği değerler artık öylesine bir düzeye ulaşmış ve yaşam normunu öylesine bir pragmatik hale getirmiş ki bunun içerisinde hele ki tekerlekli sandalyede var olabilmek Philippe için zor, mizacına ters bir durum. Mesela bir tuvalin üzerine sıçratılmış birkaç kırmızı boyanın binlerce euro ettiği bir değerden bahsediyoruz. Gözün gördüğünden, gönlün hissettiğinden daha derin anlamlar yüklemek neyi değerli kılmış ki? Hem Philippe değil mi ki bunca varlığın içinde sakat kalmış, böylesi düz ve basit bir kadere mahkum olmuş? Bu hayatı derinleştirmenin manası nedir ki? Aksine basitleştirmeli, gözün gördüğüne, gönlün hissettiğine indirgemeli. Driss dostluğu ile bunu sağlıyor işte.

Trajedi her zaman insanı kaderine razı etmeye zorlar, yaşamı karamsar hale getirir. Komedi ise daha çok yaşamı iyimser kılar. Karamsar bir yaşamın gelecekten yana umut dolu olması pek mümkün değilken, iyimser bir yaşam gelecekten yana umut dolu olur. Philippe iyimser olmaya meyilli yaradılışı ile, gelecekten yana umutlanması gerek fakat bunu gerektiren koşullardan yoksun. Mesela bir sahnede Driss’in “senin yerinde olsam intihar ederdim” demesi; yani bu tabloda iyimser olunamayacağı, gelecekten yana umutsuz düşüp hayata son vermenin daha makul olacağını ifade etmesi çok manidardır. Philippe ise “bu halde bile insan intihar edemiyor işte” diyerek aslında onun Driss’ten dahi iyimser olduğunu, ve geleceğinden yana umutlu olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.

Diğer yandan Philippe durumunu kabullenmiş bir şekilde iyimserliğini koruyacak kadar da gerçekçi. Mektuplaştığı kişi ile buluşamayacak kadar gerçeğini biliyor. Driss ise bu konuda dahi ileriye götürmekte direniyor ve son sahnede ona sürprizini yapıyor. Önce Philippe kendini "pragmatik" olarak tanımlaması ve daha sonra Driss'in de bu tanımlamayı kullanması aslında iki insan arasındaki faydanın, yaşamı olumlayan doğrultudaki faydada yattığını simgeliyor tabi burada ve tanımlamayı dostluklarıyla gerçek yapıyorlar. 

Hakkında çokça şey yazılır aslında da... neyse artık ben bişey demiyorum.

18 Kasım 2012 Pazar

altı üstü birkaç plastik kapak falan filan işte

kuşların cesetleri çürüyüp toprağa karışarak yok olurken, o plastikler hala orada duracaklar; sonraki birkaç neslin daha canını almak için!

Fotoğrafçı Chris Jordan’ın tüketimciliğin doğaya etkisinin ne boyutlarda olduğunu göstermesi açısından Kuzey Amerika ve Asya'nın yaklaşık olarak tam ortasında bulunan Midway Adaları'nda yaptığı çalışma bu yokoluşun bir başka boyutunu ortaya koyuyor.

Pasifikte sahile vuran plastikleri besin maddesi sanan anne albatros kuşlarının bu plastikleri yemesi, bebeklerine de yemeyi öğretmesi ile normalde 50 yıl kadar yaşayabilen kuşların 1 yıl içinde ölüp hızla çürümesi bugün karşı karşıya olduğumuz acı gerçeğin kanıtı. Üstelik sadece albatroslar değil, birçok kuş ve deniz türü yok olma tehdidi ile karşı karşıya ve durum yalnız Pasifikte değil tüm dünyada aynı…

12 Kasım 2012 Pazartesi

alışkanlık ve özgürlük


'Geçmişten kurtuluş olmadıkça özgürlük olamaz, çünkü zihin hiçbir zaman yeni, taze ve masum değildir. Yalnızca taze, masum zihin özgürdür. Özgürlüğün yaş ile, deneyim ile ilgisi yoktur; ve bana öyle geliyor ki özgürlüğün ruhu, bilinç ve bilinç dışındaki alışkanlık düzenini anlamakta yatıyor. Alışkanlığı sona erdirmekten değil, alışkanlığın yapısını anlamaktan söz ediyorum. Alışkanlıkların nasıl doğduğunu, birisini reddederken veya ona direnç gösterirken nasıl diğerinin ortaya çıktığını izlememiz gerekiyor. Önemli olan alışkanlıkların tümüyle bilincinde olmak; işte o zaman artık alışkanlık oluşmadığını göreceksiniz. Alışkanlığa direnç göstermek, onunla boğuşmak, onu reddetmek onu yalnızca yaşatır. Belirli bir alışkanlıkla savaşırsanız onu güçlendirirsiniz, bu da ayrı bir alışkanlık haline gelir. Ama alışkanlığa direnmeden basit bir şekilde onun yapısının farkında olursanız ondan kurtulduğunuzu görürsünüz ve bu özgürlükte yeni bir şey oluşur.

Yalnızca durgun ve uyuşuk bir zihin alışkanlık yaratır ve ona yapışır. Her an dikkatli olan bir zihin, ne söylediğine, ellerinin, düşüncelerinin, hislerinin devinimine dikkat eden bir zihin, alışkanlıkların artık oluşmadığını keşfeder. Bunu anlamak çok önemlidir, çünkü zihin bir alışkanlıktan vazgeçerken bu süreç içinde bir diğerine geçiyorsa hiçbir zaman özgür olamaz ve yalnızca özgür bir zihin kendi ötesinde bir şeyleri algılayabilir. ''

Krishnamurti (Yaşam Kitabi - Alışkanlıklar)

10 Kasım 2012 Cumartesi

yeni


Yeni bir şeyi ilk önce görmüş olmak mı yoksa herkesin gördüğü ve gözün alıştığı bir şeyi yeni olarak görmek midir asıl gerçek yenilik algısı? Sürekli değişen ve hızına erişemediğimiz bir yenilenme çağında, bunun ne kadarını idrak edilebiliriz? Salt adı yenilik diye mi yenidir yoksa sahiden bize yarar bir yenilenme söz konusu mudur?

Yenilenmenin sıradanlaştığı, rutinleştiği bir çağı yaşıyoruz bana kalırsa. Sürekli artan çeşitlilik ve yenilenme insanın benimseyemeyeceği kadar hızlı seyir gösterirken, her şeyin havada kaldığı bir anlamsızlık içerisinde bocalıyor gibiyiz. Her şey gözümüzün önünde, elimizi uzatarak basitçe ulaşabileceğimiz şekilde fakat tek bir cebimiz dahi yok, tuttuğumuz elimizde kalıyor, bir başkası için elimizdekini bırakmamız gerekiyor.

Herhangi bir şeye sahip olmak tutkusu, sırf yeni bir tür etkinlik çerçevesinde gerçekleşirken, haliyle sahip olunan şey aslında bize ait olmuyor bile, buna zaman tanınmayan bir durum söz konusu. Hemen hemen her şeyin kısa sürede yenisi çıkıyor ve sahip olunan şey o an eskimiş oluyor. Bunun bilincinde olduğumuzdan aslında herhangi bir şeyi yenilenmiş olarak göremiyoruz, yenilemeyi bir tür etkinlik olarak görebiliyoruz yalnızca.

Peki idrak edebildiğimiz düzeyde bunun neresindeyiz? Elbette yenilenmiyor, aksine sıradanlaşarak eskiyoruz. Çoğu şey işlevini yitiriyor, amaçsızlaşıyor. Sadece yenilenmesi bir tür işlev addedilirken, asıl işlevi bize herhangi bir şey ifade etmiyor. İşlevsiz kalan her şey de eskimeye mahkum oluyor.

İnsanın bir şeyi benimseyebilmesi için önemli bir koşul olan “yaşanmışlık” hiçe sayılabiliyor. Zihnimiz dahi çoğu şeyi birbirine bağlayarak anlamlandırabilirken, etrafımızda sürekli yenilenen şeylere anlam kazandırabilmemiz mümkün değil. Misal “vintage” denen bir olgu doğdu günümüzde; hazır yaşanmışlık hissi vermesi için, anlamlandırabilmemiz için. Nitekim bu da yaşanmışlığın içini boşaltarak anlamsızlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Yaşanmışlık bile bizim insanlığımıza mahsus bir şey değilmiş, o dahi fabrika tezgahında üretilebilen bir olguymuş gibi. Eskitilmiş yeniler, bize ait olmayan, tornadan çıkmış bir yaşanmışlık kazandırırken, insanları da tornadan geçiren sıradan bir yaşam bahşediyor yalnızca.


storm corrosion - drag ropes

7 Kasım 2012 Çarşamba

hüzünlü ruhlar ve huzur


‎''Hüzünlü ruhlar benzer biriyle karşılaştığında huzur bulur. Bir yabancının yabancı bir diyarda başka bir yabancıyı gördüğünde sevinçle el çırpması gibi, şefkatle birleşirler. Hüzün ortamında birleşen yürekler mutluluğun zaferiyle ayrılmayacaktır. Gözyaşlarıyla yıkanan sevgi sonsuza kadar saf ve güzel kalacaktır.''

Halil Cibran

2 Kasım 2012 Cuma

porcupine tree'den yeni konser dvd'si

dinleyenler bilir ki porcupine tree'nin konser dvd'lerindeki parça yorumları orijinal albümlerindeki yorumlardan daha iyidir. bir nevi profesyonel hücum kayıt gibi yaparlar konserlerini. sound kalitesi bile daha iyi yani o derece. haliyle yeni bir konser dvd'si çıkartacak olmaları, yeni bir albüm çıkartacak olmalarından bile daha heyecan verici.  19 kasımda çıkacakmış.

31 Ekim 2012 Çarşamba

içimizde doğan yeni sosyalleşme kavramı

yazan: seda taş kaynak: radikalblog

Savaşarak, yanaşarak, uzaklaşarak, çatışarak, kandırarak, kandırılarak, öldürerek ve rekabetin tüm acımasızlığında. Demek ki cesur yeni dünyanın insanı artık sosyalleşiyor kendi algısında. Dünya hali, yeni bir sosyalleşme vurgusunu yeniden ve yeniden üretiyor kendi çıkmazında. Sosyalleşmenin anlamını kaygan bir zeminde bir o yana bir bu yana sallıyor ve sonunda kendini bir balonun içine koyup uçuruyor. Uçuruyor da, öylece unutuyor kendini ufuksuz gökyüzünde. Şartlandırılmış birey artık, bireysel olarak varlığını sorgulamayı bile yadsıyor. Topluluğun içinde yaşamından memnun, şartlanma meraklısı olup çıkıveriyor. Kültürel şartlandırılmanın hayatımızın başucunda duran siyah perisi, sosyalleşme… İki açık koşutu vardır: ya ondansındır ya da bundan. Ya sağdasın ya da solda. Ya iyisin ya da kötü. Ya için fesat ya da iyilik fesleğeni. Ya sevilensin ya da nefret edilen. Orta da kalıyorsan, en çirkin ördek yavrusu olabilirsin sürünün. Olmadık yerde biten otsun, varlığın sebepsizdir. Bir o yana bir bu yana çekildikçe ne uzar ne kısalırsın ama yokluğuna yokluk katarsın. Buda en belirsiz, en sancılı doğumu toplumun. İçinde yoğrulduğun kültür sistematiği öğretiyor sana güçlü olana yaklaşmayı, gücüyle vereceği nefesin peşinde koşmayı, ondan ya da bundan olmayı. Böylece biniyorsun sosyalleşme teknesine. Medyayı, siyaseti, eğitimi ve en değerli anayı babayı kullanıp pekiştiriyor şartlandırmasını ve hissedebiliyorsan insan gibi, uzaklaşıyorsun belli belirsiz anlarda. İdeoloji diye bir şey fır dönüyor etrafında, sen elindekiyle yetinenden ötesi değilsindir hâlbuki. Zayıf kaldığına kanaat getirince kendinle, diğerleriyle, ideolojilerle çatışa çatışa yenik düşüyorsun kendini kandırmaktan. Bir yılan, içine sen doğmadan sokulmuştur. Ömrünü geçirmen için sana hep tatlı tatlı sunulur fareler. Sistematiğin bir parçası yapıldığını anlaman mı, işte o çok zor. Şartlandırman izin vermez buna. Dışardaki içerdekini, içerdeki dışardakini görmez. Duymak bile istemez. Tanışma niyetine girsen bile ötekilerle, yalnız başına kalmaktan korkan, güçsüzler yamağısındır. Ne de olsa, toplumsal olgulara dışarıdan bakmayacak kadar uzaksındır o yoldan. Oysa Shakespeare çığlık çığlığa sokaklarda ağlamaktadır: “Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir, Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna; Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir, Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna” Sosyalleşmeden uzak duramazsın yine de! Shakespeare bile demiş ya, sen buyurmazsan geçirdiğim saatler hiçtir diye. Sosyalleşme buyurur, sen koşarsın peşinden ideolojinin, kapitalizmin, dünya halinin işte. O sosyalleşme, bayanlara kozmetiklerin yarattığı güzel yüzler ve vücutlar sunar, onlara güçlü kılma vaatlerinde bulunur. Topluma iktidarın kapısının önünde bekleyerek bir konum elde etmenin gülünü sunar. Birçok insana belli siyasi partilerin kulları olma karşılığında prenslikler vaat eder. Böylece sosyalleşme yer edinme, yanaşma, katılma, tüketme, öldürme, kanatma, kandırma savaşı ile tanımlanan yeni bir kavrama dönüşür. Koşullanmış cesur dünyamızın insanları mutlu ama özgürlüğün ve sadeliğin tadını bilemeden. Ah Rousseau ah… Bireysel aşkım için dünyayı veririm, özgürlüğüm içinde aşkımı veririm! Bazen okuduğun bir kitabının sayfaları arasından neden farklı düşünmeyeyim diye fırlayıverir zamansız fikirler ama şartlandırıldığın zincirlerden kurtulamazsın… Bu yüzden belki de yüzüne bakmaya korkar arkadaşın seni sevse bile… Başka bir grubun üyesidir ve onlar sana karşı ise sana göz ucu ile bile bakmaktan acizdir en yakının. Çünkü karşı fikirdekiler birbirinin düşmanıdır bu evrende ve düşman tavırları sergilemezse o grubun içinde var olamaz. Diyalektik düşünme mi? Hadi canım sen de! Ufukların buluşmadığı yerde hep kara delikler vardır ve bireyi içine içine çekmeye hazırdır hep. Bu riski alamayan birey, sana hep karşıdan bakmaya devam eder. Bir süre sonunda da şartlanması tamamlanır ve birey olma duygusunu yitirir. Coşkusu o kadar büyüktür ki, ona kapılıp ahlakı, etiği, sanatı ve bunların insan hayatındaki vazgeçilmezliğini hep ütopik dünyalar olarak görür. Fikir çağlayanları ise anlamsızdır onun için. Max ve Weber korkulası düşmanlar, Nazım Hikmet ezilesi duygu, Virgina Woolf bir yerlerden anımsanan edebiyat oyuncusu… Şartlandırması ona çıkarları peşinde koşmasını söyleyiverir her gece rüyasında. O yüzden insanları kandırabilir, satabilir, öldürebilir ve bunun rekabet olduğu düşüncesiyle vicdanını rahatlatarak suçsuz olduğuna ikna eder. Kültürel şartlanma rekabeti aşılanmıştır damarlarına. Bunun adı da sosyalleşme olmuştur. Bana elini uzatırsan ben de sana karşılığında dilimi uzatırım. Sana dil uzatıyorum dünya hali, senin sosyalleşmene de. Böylece bir kafenin ortasında yapmış olduğumuz bu kontratla sosyalleşiyoruz. Biyolojik evrim de sokak köşelerinde desteklesin bunu, antlaşmamıza riayet etsin… İnsan türü yok olsun ya da şekil değiştirsin. Darwin yetişip imzalasın evrakları! Rekabet senin hücrelerinde var diye fısıldasın rüyalarında. Bu duyguya katılan akademisyenler insanlıktan çıkar, para hırsıyla tutuşan şirketler öldürmeyi onur sayar, terörist yetiştiren devletler bunu başarının simgesi olarak görür. Sosyalleşme çıkarlarda birliktir artık! Sosyalleşme yalnızlık bayrağını taşımaktır önde! Arada cızırdayan insanlar içinde din tözünden yola çıkarak bastırılma ve sessizleştirilme yöntemi kullanılır. İşte koşullanmış suskunlar toplumları hizmetindeki cesur yenidünyanın tanımladığı sosyalleşme. Öyle bir dünya ki, sosyalleşmeyi özgürlük, insanlık, vicdan, sevgi, ahlak, hoş görü kelimelerini tükürürcesine kenara iterek tanımlıyor. Onlar artık reklam yıldızı, hikâye kahramanları ve mistik öğeler gibi uzak hayatlarda kaldı. Şimdi paylaşılamayan, yettirilemeyen, acınamayan dünyaların rekabet olarak yaşadığı hissiz bir dünyanın ürünüyüz hepimiz… İşletmelerin girdileri ve çıktılarıyız. Kandırıldığını öğrenen çağın şanslıları ise, öldürerek ve öldürülerek intikamın yoluna girmeyi hedefleyen, dayanışma ve işbirliğinin de elbise diye giyen bir tür toplum. Sosyal hayatın bütün norm ve ayinleri üstün değerlerle(!) süslenmiş bir toplumsallaşma serüveninde hızla yola alıyoruz. Bunu yazan da öyle duyumsuyor ki sosyalleşmeyi sosyal ortamlarda bulunmak olarak algılayan bu yeni toplumsallaşma, onu yeniden tanımlamayı gerektiriyor. E. M. CIORAN, “içimizde doğan her fikirle içimizde bir şeyler çürür…” demişti. Demek ki, içimizde doğan yeni sosyalleşme kavramıyla, sayısız kavramda çürümüş derinliklerimizde…

30 Ekim 2012 Salı

dead can dance'in 16 yıl sonra albüm yapması

dün arkadaşıma dead can dance'in yeni albüm yaptığını söylediğimde haliyle inanmadı. ee yıl 2012 olmuş, aradan 16 yıl geçmiş yani. aradan onca senenin geçmiş olması üzerine elbette eskiler ile birebir aynı çizgide bir albüm yapamazlardı, bu genel olarak hep böyle olur zaten. bu açıdan olumsuz eleştirilere maruz kalmaları da hep olagelen bir durum. gereksiz bir beklenti bence. bu açıdan değerlendirmeyi yersiz bularak albümün gayet güzel bir albüm olduğunu söyleyeceğim. hatta gayet de dead can dance kalitesinde/çizgisinde bir albüm olduğunu iddia edeceğim.
dün bir arkadaşıma göndermek için albümü google drive'a yüklemiştim, şu an hazır yüklü bir şekilde mevcut. aramakla uğraşmak istemeyen varsa mail adresini yazarsa albümü gönderebilirim.
  

 19 eylül'de istanbul'da verdikleri konsere gidememiş olmak öylesine koydu ki. umarım tekrar gelirler.

22 Ekim 2012 Pazartesi

opeth - the drapery falls

opeth'in bazı parçaları bir takıldı mı günlerce hatta bazen haftalarca takılıyor. grubu o kadar çok dinlemiş ve parçalarını hatim etmiş olduğum halde ara sıra böylesi takılıyor oluşum garip. zira genel olarak çok dinlediğim parçalar tükenirler ve onları tekrar dinleyemem. neyse, bu aralar da drapery falls fena halde sardı.

orijinal


efsanevi lamentations dvd'sinden


bu da yeni opeth kadrosu ile

18 Ekim 2012 Perşembe

apocalypse

Kaynak: Deli Saçması


Bazen durup düşünüyorum... Hayatımızın nefes alma anları, ne kadar da kısıtlı.. Elimizi attığımızda karşımıza çıkmayan yeşiller, bizlerden başka canlılara olan tahammülsüzlüğümüz, birbirimize karşı olan bitmek tükenmek bilmeyen öfkemiz, sürekli yeni tohumlar ekerek suladığımız agresyon, nefret.. Sabah erken uyanmak, modern kölelik, trafik, tanışmaya tenezzül etmediğin insanlarla yan yana yolculuk etmek, öfkeden trafikte bir tanesine okkalı bir küfür sallamak... Geç kalsan, izah etme stresi... 

Tüm bunlardan sıyrılıp, yaşamaya haftada kaç dakika fırsat bulabiliyor insanoğlu, bunu bir düşünüyorum... Yapmak istemediği bir şeyi yapmayınca, sorumluluk stresi yüzünden kendini yiyip bitirip, anın tadı bile çıkarılamıyor... 

Peki ya kıyamet gerçekse? 

Ben inançlı biri değilim. Fakat doğa, elbet pes edecek. Doğanın ciğerlerini söküp, onu yiyip bitireceğiz bizler. Onun sayesinde yaşarken, kendi ölüm fermanımızı her gün yeniden imzalıyoruz. Kendini yenileme gücünü, asla umursamıyoruz...

Peki doğa ölürse? Ardından teker teker bizler de öleceğiz... 

Yarın her şeyin sonu gelse, hangimiz bugün yaşadığımız günden, geçirdiğimiz haftadan mutlu mu olacağız? Biz hayatta bunun için mi varız? Çalışmak, üretmek, tüketmek, teknolojinin en yüksek safhasında olan iletişimsizlik, birbirini anlamayı bile ağırdan almamak, her şeyi olanca hızlılığıyla yaşamak istemek... 
Sevişmek için sevmeyi bekleyememek. Yemek için pişirmeyi istememek. Öğrenmek için okumaya üşenmek. Tanışmak için bir 'merhaba'yı çok görmek. Çimlere uzanmak için bir türlü vakit bulamamak. 

Hayatımızın günlerini umursamadan bir bir geçirirken, gerçekten de bunları mı hak ediyoruz? 
Bir insanı yargılayıp, parmaklıklar ardına koymak, sorunun en mükemmel çözümü mü? 
Parası olmayan eğitilemez, çoğu zaman hastalığa, bazen ölüme terk edilirken, insanlar içinde hak ettikleri gerçekten bu mu? 
Sokağa çıkmadan bir ekran arkasından konuşmak, onunla bununla.. Yapabileceğimizin en iyisi bu mu? 
Karşındaki yarın orada olacakmış gibi güvenle, öfkelenip laflar savurmak, ya da sen hala orada olacakmışsın gibi... Ânı yaşamak bu mu?... 

'Yaratılan' en akıllı varlık olarak ego şişiren insanın yapabileceği en iyi şey bu mu? Kurabileceği en mükemmel düzen bundan mı ibaret? Baş kaldırmaya bile yorgun muyuz? Kendi kendimizi köleleştirip, hayatımızda bir kaç mutlu gün yaşayınca, sevinmek mi doğal olanı gerçekten? 

Kendimizi çaresizliğe kilitleyip, kendi çaresizliğimizle yaşamak, bunun ise hiç canımızı acıtmıyor olması... İnsanoğlunun evriminde, günlerden bugün... 

2 Ekim 2012 Salı

aforizmalarla konuşma


"Hiçbir şey umut etmemiş bir insan umutsuzluk nedir bilmez"
George bernard shaw

Bazı durumlar için koşullanmış olmaktan ziyade kayıtsız olduğumu düşünmeyi yeğlerim, belki de kendimi kandırarak. Bu tıpkı yolu bir tür duraksama saymak gibi olabiliyor bazen. İnancın yitirildiği yerde kayıtsızlık açığa çıkarken, bazen inanç sınırlarımı zorlayan, beni bir şekilde kendisine çeken şeylere karşı peşinen kayıtsız kalmaya çalışmam da koşullanmış olduğum şüphesini açığa çıkarıyor. Öngörülerin hayatı zorlaştırdığı durumlar vardır. İnançsızlığın öngörüsü ise dünyayı mat bir hale getiriyor. Yakında herşeyin içinden geçebilecek kadar hayattan silineceğim korkarım ki. Eh lafın gelişi; keşke korksam, bu bile bir şeydir eminim.

“İnanç, öyle olmadığını bildiğine inanmaktır” 
Mark Twain.

Bu durumda bilmek işlevsel bir durum kazanıyor. Ama öyle olmayan durum için bilmek. Öyle olan durum için ise bilmek işlevsiz. Hep böyle olmaz mı zaten? Öyle olmadığını bildiğime göz yumamıyorum. Ve inanır mısınız bu gerçekçilik filan da değil, düpedüz sahtekârlık. İnsanın yalnızca kendi gerçeğiyle tartılması, teraziyi her zaman saptırır zira. Ki bunu da kendi hariç her tarafa doğru yönlendirebilir de.

“İnsan olanaksız olana inanabilir, ama olası olmayana hiçbir zaman inanmaz” 
Oscar Wilde.

Şüphe inancı zehirler zira. Olmayacağını bile bile inanmak, olma ihtimali olana inanmaktan daha kolay gelmesi enteresan bir durum gerçekten de. Burada, insanın bir sonraki durum için şaşmazlık istenci baskın çıkıyor olabilir. Adım atmak kolay fakat bir sonraki adımın zemine mi yoksa boşluğa mı basacağını kestiremeyen insan için çok zor. Hal böyleyken yürünmez çoğu kez. Böylece yürüme inancı yitirilir.
Olasılık şüphesi yorar insanı, inancın başlı başına kendini yormaktan bir kaçış olduğu düşünülürse hele.

2 Eylül 2012 Pazar

tersine pazarlık (ticaretin bittiği an)

bir süredir ziyaret etmediğim, doğal olarak da pek özlediğim arkadaşlarımı gördüm bu hafta sonu. kitapçı olan arkadaşın dükkanına gittiğimde her zamanki gibi çetin bir tersine pazarlık yaptık. bu sefer neredeyse kavga edecektik. beraber yıllarımız geçtiğinden, o küçücük dükkanı ayakta tutmak için, dahası o dükkandan geçinmek için neler çektiklerini bildiğim bu güzel insanlar, her zamanki gibi almış olduğum kitaplarda bana indirim yapmaya kalktılar ve ben de buna direndim. ama sonuç hüsran, yine o kazandı.
raflar arasında gezdikten sonra topladığım kitapları getirdim önüne koydum. o da kitapların arkasındaki etiketlere şöylece bir bakıp ne kadar tuttuğunu hesapladı.

kitapçı: ... lira
ben: yuh! o kadar değil bir kere, ben ne kadar olduğunu biliyorum.
kitapçı: tamam bu kadar.
ben: arkadaş bu nasıl bir matematik, nasıl mühendis oldun sen.
kitapçı: ya karıştırma işte bu kadar.
ben: (bir yandan parayı uzatarak) bu sefer olmaz abla. ne kadar ettiğini biliyorum ve bu kadar indirim de olmaz. insaf et ya.
kitapçı: olum benden iyi mi bilcen ne kadar ettiğini. ben ne diyorsam o.
ben:  hayatta kurtarmaz. en azından ... lira olsun; hem düz olsun, hem orta yolu bulalım.
kitapçı: olmaz. 5 kuruş yukarı çıkmam.
ben: ben de 5 kuruş eksik vermem arkadaş. bu ne ya her sefer aynı muhabbet.
kitapçı: maksat ayağın alışsın.
ben: yuh! ayağım mı alışsın? bu dükkan açıldığı günden beri (8 yıldır) gelip gidiyorum da hala ayak mı alıştırıyorsun.
kitapçı: (bir yandan para üstünü uzatarak) al işte uzatma. 
ben: (parayı almamaya çalışarak) olmaz ablacım ya bu sefer olmasın bari. böyle yaparsan bir daha senden kitap almam.
kitapçı: böyle yaparsan asıl ben sana kitap satmam.

sonuç olarak o kazandı ve para üstünü aldım :(
indirim yaptığı için satıcının memnun, alıcının ise üzgün oldu bir alışveriş oldu. ticaretin bittiği an diyebiliriz tabi buna.

31 Ağustos 2012 Cuma

aman safça öz sevgimize zeval gelmesin


Freud’un iki satırda özetlediği, birbirini takip eden dönüm noktalarını işaret eden bu süreçler, her ne kadar freud’un kendi gözünde bir darbe olarak nitelendirilmişse de, aradan asırlar geçmesine rağmen, bu darbelerin pek de sarsmadığı yaşayışlarımız/değerlerimiz aynen eskisi gibi devam ediyor. İnsanlık nezdinde bir darbe olarak pek kabul görmeyen, yalnız bilim açısından ve bilim adamları tarafından darbe olarak kabul gören, sadece akademik bir çevreyi ilgilendiren bir takım kavramlar olarak kalıyorlar her seferinde. Fakat bunlar insanlığı doğrudan ilgilendiren şeyler bence. Tek tek her bir bireyi ilgilendiren, dahası insanın kültürel mirasında çığır açacak ilerlemeler sağlaması gereken, gelecek nesilleri bizden birkaç adım öteye taşıması gereken bilgiler. Fakat pek bir değişim olmamış/olmuyor, günümüzde de görünen bir şey yok, insanlık hep atıl bir şekilde kalıyor. Her seferinde, bilim açısından ve bilim adamları tarafından, insanlığı değiştirecek, yeni bir düşünsel yapı oluşturacak beklentisi suya düşmüş gibi oluyor, her seferinde insanların bağnazlıklarının kökü çok derin çıkıyor ve bunlar bir türlü sökülüp atılamadan günümüze kadar yaşıyor/geliyor. Ve böyle de devam edecek gibi görünüyor.

Sonuç olarak, en son darbe açısından düşünürsek (psikanaliz darbesi) , geçtiğimiz bir asır boyunca, psikanalizi öğrenmiş olan belli bir akademik çevre ile psikanalizin konusu olan koca bir insanlık ayrımı söz konusu. Günümüzde, bu denli fazla bilginin olduğu bir ortamda (bilginin kolay erişilebilirliği de göz önünde bulundurulursa), insanlar, yaşamak için gereksiz eğitimlerle donaltılıp, kendisi için son derece gereksiz bilgilerle bir şeylere hizmet ederken, en önemli bilgiden, yani kendinden, kendi varoluş bilgisinden yoksun kalıyor. Hayat bilgisi, en çok hizmet etmesi gerekene, yani kendine hizmet etmiyor ve kendinden, gerçeğinden kaçmaya çalışarak büsbütün bir psikanaliz konusu olup çıkıyor söz gelimi. Bu dönüm noktaları bir şekilde insanlığı ilgilendirmeyen, bir bireyin yaşayışını ilgilendirmeyen bir bilgi olarak hep dışarıda kalıyor.

Bir insan kendi bilgisini bilmezse, doğumundan bu güne kadar kendisini şekillendiren etkenleri ve süreçleri kavrayıp, bunun bugüne yansımalarını idrak edemezse; bununla ilerisi için deneyim sağlayıp geleceğini şekillendirecek bir benlik inşa etmeye çalışmazsa, yaşamının anlamına nasıl bir cevap verebilir ki? Bu çok ağır bir soru mu bilmiyorum ama kendi adıma yaşamaktan anladığım şey bu soruya yanıt arama serüveni gibi diyebilirim. Hep kendimi bir bütün olarak kavrayabileceğime olan inancım, doğrudan yaşama karşı inancım oluyor sanki. Bu doğrultuda, bu arayışıma küçük yanıtlar oluşturacak, parçalarımı bulduğum her bir bilgi beni fazlasıyla ilgilendiriyor ve eğer bunlar benim dışımda kalırlarsa, kendimi hayatın dışında kalmış hissedebilirim.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

hayatı meşru kılamamak


Kadere hanginiz inanmaz ki. Kiminiz din der, kiminiz burçlar der bir şekilde gidişatını kadere bağlar. Başınıza kötü bir şey gelince “hay bu kaderin” siteminde bulunur, iyi bir şey geldiğinde ise o zaten olması gerekendi tutumu sergilersiniz. Talihiniz rahatsız edecek kadar iyi giderse kendinizden daha iyi olanları emsal gösterip aslında o kadar da iyi olmadığınızı gösterir, fakat kendinizden kötü durumda olanları hiç emsal almayıp, onları kaderin o hale getirdiğini varsayarak kendinizi hiç sorumlu hissetmezsiniz.

Aslında buradaki iyi ve kötü yahut olumlu ve olumsuz ayrımında, kaderci anlayışın bakış açısına göre “olan” şeyler aslında “oldurulan” şeyler ve bu oldurulma durumumun da metafizikle filan hiçbir alakası yok şüphesiz. Hiçbir şey kendi kendine olmaz, her şeyin bir sebebi vardır ve bu sebebin altında da şüphesiz insan faktörü söz konusudur. Bu “oldurulan”lar, insanların yaptığı, inşa ettiği şeyler; bizi birbirimize bağlayan kurmuş olduğumuz sistemin birey olarak her birimizin üzerindeki etkisi. Elimizde olmadan gelişen durumlar da, şüphesiz ki, bizim elimizde olmadan gelişmişse de, bir başkasının elinde olarak gelişmiştir, bir başkası sebep olmuştur, yani tüm bunlarda insan faktörü kaçınılmazdır. Bunlar öyle çok komplike şeyler de değil, bunu anlamak için çok zeki olmamıza da gerek yok. Sadece kör olmamak yeter de artar bile. Bugünlerde sorumluluktan kaçmak adına bir kısmımız kör, bir kısmımız dilsiz kaldı. Sonuç olarak ortalık kötürümden geçilmiyor.

En iyi zamanımda bile, ortalama bir insanın kötü durumu kadar iyi olmamaktan muzdaripim nicedir. İyi olamıyorum, çünkü irdelediğim şeyler bir şekilde hayatımı meşru olmaktan çıkarttı ve ben bir türlü yolumu bulamıyorum. Kadere inanabilseydim, meşru bir zemin bulmuş, her şeyi buna yükleyip işin içinden sıyrılmış olurdum şüphesiz. Cebimde param varsa, iyi bir itibara sahipsem bundan ne diye rahatsız olayım ki? Bunlara sahip olamayanlarla karşılaştığım yerde görmezden gelip, onların başına geleni kadere yükleyebilirim pek ala. Vicdan azabı çektiğim yerde de lüks arabalarla gezen zenginleri emsal gösterip, aslında durumumun o kadar da iyi olmadığını hatta çok kötü olduğunu bile kabul edebilirim. Ama kabul edemiyorum işte.

Benim meşru zeminim ne diye düşündüğüm zaman, bunu adil olmaya bağlarım. Her şeyi kadere bağlayanlar bile, kaderin adil oluşunu kabul ettikleri ölçüde buna inanırlar zaten. Bu kaçınılmaz bir şey, çünkü bizi insan kılan vicdanımızın yongası adalettir. En bencil tarafımda bile bir adil olmak yatar ve ben bundan asla kaçamam. Hiçbirimiz kaçamaz aslında.

Hepimiz hayatımızı haklı çıkartmaya çalışırken, yaptığımız tüm eylemlerden bir fiil sorumlu tutulurken, şüphesiz ki en büyük teminatımız geçmişimiz olup çıkar. Çevremize karşı hayatı haklı çıkartmak bir yerde kendi gözümüzde kendi hayatımızı meşru kılmak içindir. Fakat tam da burada adil olmayan şeyler varsa, insanlar nezdinde ne kadar hayatımız haklı çıkarsa çıksın, kendi gözümüzde hayatımızın hiçbir meşruluğu kalmayabilir. Benim böyle oluyor işte.

Bugün size geçmişimi anlatacağım. Bunu sizlerin yaptığı gibi başkalarına iyi görünmek için değil, aksine kötü görünmek için yapacağım. Benim için geçmişimin haklı çıkartılabilecek pek bir tarafı yok, bu yüzden de size karşı haklı çıkartmaya çalışmam mantıksız. Sadece sizin de benzer bir geçmişe sahip olduğunuzu varsaydığım için anlatıyorum ve açık konuşmak gerekirse birazcık olsun kendi durumunuzu irdeleyip rahatsız olmanızı istiyorum;


Babam memurdu ve lojmanda gayet güvenli, her türlü imkana sahip mükemmel bir çocukluk geçirdim. Lojman tel örgüsü dışındaki dünyadan bir haberdim ve tüm dünyayı içerisi gibi güzel sanıyordum. Sonra ilkokula başladım. İlk defa orada tanıştım tel örgü dışında yaşayan çocuklarla.

Hoş gerçi ilkokul öğretmenimiz onları bizden ayrı tutuyordu, aramızda hala görünmez bir tel örgü var gibiydi. Sıra arkadaşımın babası da askerdi, arkamda oturan arkadaşım babası avukattı, çaprazımdaki arkadaşımın babası doktordu vs. vs… Bizim iki ortak noktamız vardı; hepimiz ön sıralarda otururduk ve babamızın ne iş yaptığı belliydi. Babamızın ne iş yaptığını söylediğimiz her yerde iyi karşılanırdık. Okulun önündeki bakkal bile farklı yaklaşırdı bize. Bizden uzakta, taa arka sıralarda oturanların da iki ortak noktası vardı; hepsi arka sıralarda otururdu ve babalarının ne iş yaptığı belli değildi. Önemsiz bir iş yapıyor olmalıydılar, çünkü onlar “benim babam …” dediği zaman herhangi bir olumlu tepki ile karşılaşmaz, önem arz etmezdi.

Aramızda çok fark vardı. Ayrışmamız sadece oturduğumuz sıradan ibaret değildi, adeta her açıdan ayrıştırılmıştık. Mesela biz ön sıradakiler her öğretmenler gününde dolma kalem hediye ederken, arka sıradakiler pek bizimki kadar değerli hediyeler getirmezlerdi. En fazla evlerinin çevresinden topladıkları birkaç çiçek getirirlerdi. Onlar da kısa sürede öğretmenin masasında çürüyüp giderdi. Mesela yerli malı haftasında bizler çeşit çeşit yiyecekler getirirken onlar hala aynı beslenme çantasında bir kuru ekmek ve bir kaynamış yumurta ile gelirler, bizim getirdiklerimizden yerlerdi. Biz ön sıradakileri getirdiğimiz yiyeceklerle yarış içerisindeyken, belki de asıl yarış annelerimiz arasındaydı. Arka sıradakiler de bu yiyecekleri yiyerek karlı çıkardı. Onlar yarışlarımıza pek dahil olmazlardı. Daha böyle nice örnekler vardı bizi farklı kılan.

Biz ön sıradakiler öğretmenimizi çok severdik. O da bizi çok severdi ve bizimle hep ilgilenirdi. Ama arka sıradakiler pek öğretmenlerini sevmezdi. O zamanlar hiç anlayamazdım öğretmenlerini sevmeyişlerini. Babam öğretmenliğin kutsal bir meslek olduğunu söylerdi ve öğretmenime hep dolma kalem alırdı. Onlara babaları hiç mi söylemezdi öğretmenlerinin kutsal oluşunu? Söylemiyor olacaklardı ki dolma kalem almazlardı.

Öğretmenimiz bize hep güzel şeyler söyler, bizi hep överdi. Kutsal birisi tarafından böylesi bir ilgiye mazhar oluşumuzun hakkını vermeye çalışırdık biz de; ödevlerimizi yapar, dersimizi çalışır, sınavlarda iyi notlar alırdık. Babası doktor olan arkadaşımla, babası avukat olan arkadaşımla yarışırdım hep. Öğretmenimden daha çok sevgi görmek ve sınıftaki ön sıra güruhunda öne çıkmak adınaydı bu şüphesiz. Bir insan her sene mi takdir belgesi alır yahu, ne kadar zeki bir çocuktum. Öğretmenim, ailem, komşularım hepsi zeki çocuk derlerdi bana takdir belgesi ile eve döndükçe. Sonuçta babamın oğluydum. Babam zekiydi ki iyi bir mesleği vardı. Ön sırada oturan arkadaşlarım da babalarının çocuğuydu ve onlar da zekilerdi. Zeka her zaman olduğu gibi o zaman da şüphesiz ırsiydi, fakat ben o zamanlar ırsiyetin ne olduğunu bilmiyordum. Annem, babam, komşularımız ve en önemlisi öğretmenimiz de bizim zekamızı ırsiyete bağlıyor olabilirdi belki. Yoksa neden böyle bir ayrıştırma yapılsın ki?

Arka sıradakiler ise ödevlerini zamanında yapmazlardı ve öğretmen onları hep cezalandırırdı. Sık sık tahtanın önünde tek ayak üzerinde durulardı. Biz de en ön sırada oturduğumuz için cezalarını zorlaştırır, onları dürterdik dengede duramasınlar diye. Onlar öğretmenlerini sevmedikleri gibi bizi de pek sevmezlerdi. Hoş gerçi biz de kendi halimizde iyiydik; babası doktor olan, avukat olan arkadaşlarımın daha fazla oyuncakları vardı zaten ve bu yüzden arka sıradaki çocukları pek umursamazdık, onların bizi sevmemesi pek bir şey ifade etmezdi.

Arka sıradaki çocuklar, ön sıradakilerin aksine aptallardı. Onlar her dönem evlerine içi boş bir karneyle dönerlerdi. Ne takdir belgesi, ne de teşekkür belgesi, hiçbir şey alamazlardı. Hiç ders çalışmıyorlardı ve bu yüzden başarılı değillerdi. Öğretmenimiz de onları bu yüzden hiç sevmiyor, onları sürekli cezalandırıyordu. Aileleri, komşuları da sevmiyorlardı onları şüphesiz.

Dahası sınıf başkanı da hep biz ön sıradakilerden seçilirdi. Tüm kolluklar da bizlerden seçilirdi. Yani her zaman, her açıdan biz ön sıradakiler öndeydik, arka sıradakiler ise arkadaydı. Onlar silik karakterlerdi ve hep bir köşeye atılmış, orada unutulmuşlardı. Sadece cezalandırıldıkları zaman sınıfta dikkat çekerlerdi. Belki bu yüzden ceza almak hoşlarına bile gidiyor olabilirdi ve bu yüzden de sürekli ceza alacak şeyler yapıyor olabilirlerdi kim bilir?

Daha sonra ortaokula gittik aynı şeyler orada da az çok devam etti. Sadece derslere giren birçok öğretmen olduğu için birazcık daha ilgisizlikle karşılaştık. Ama nispeten ön sıralar yine bizlerindi. Daha sonra aramızdan çalışkanlıklarını devam ettiren arkadaşlar lise sınavını kazanıp iyi bir lisede okudular, daha sonra üniversite sınavına girip iyi bir üniversitede okudular. Yani ilkokulda ön sırada oturanlar genel olarak iyi bir lisede okudular, iyi bir üniversitede okudular ve tıpkı babaları gibi iyi bir meslek sahibi oldular. Arka sıradakiler ise genel olarak hep arkada kaldılar. Onlar ne lise sınavını başarabildiler, ne de üniversite sınavını. Öylece kaldılar. Onlar da tıpkı babaları gibi ne iş yaptığı belli olmayan bir meslek sahibi oldular.

Bu istisnalar dışında hep böyle gitti benim gözlemlediğim kadarıyla. İyi meslek sahibi olanların çocukları da daha sonra iyi meslek sahibi oldular; iyi meslek sahibi olmayanların çocukları da daha sonra iyi meslek sahibi olamadılar.

Dahası babasının parası olup da dershanelere giderek, özel dersler alarak sınavlarda başarılı olanlar, o da olmadı paralı üniversitede okuyarak bir yere gelenler vs. vs. bunlara hiç değinmiyorum bile. İlkokuldan bu yana gerçekleşmiş olan ayrıştırma ve eşitsizlik buralarda da sürüp gitti yani.

Geçenlerde, şüphesiz ki babası iyi bir meslek sahibi olan birisinin yazmış olduğu şöyle bir tanım okumuştum; “Kapitalizim fırsat eşitliği demektir. En zengin ile en fakir olanın aynı fırsatlara sahip olduğu, en zenginin bir gün en fakir, en fakirin ise bir gün en zengin olabileceği bir sistem”

Ne kadar komik bir tanım. Buna inanan var mı aranızda? Koç’un oğlu bugün en fakir olabilir mi sizce? Yahut Hakkari’nin bir köyünde doğan çocuk bir Koç kadar zengin olabilir mi? Bunlar aptalca şeyler.

Diyeceğim o ki; hepimiz nasıl doğduysak aşağı-yukarı öyle olduk. Hiçbirimiz bir bok değiliz. Anamız – babamız ne ise biz de ortalama öyle olduk işte. Bugün ben başarılı bir insan oldum, ben çok zekiyim diyen insana çocukluğuna bakmasını öneririm. Çocukken sadece ön sırada oturduğu için zeki olan insanlar, bugün de sadece bulundukları mevki gereği zeki kabul ediliyorlar. O aptalca sınavlarda belli bir puan aldıkları için zeki kabul ediliyorlar ve bulundukları mevkiye böylece sahip oluyorlar. Çocukken nasıl ki ön sırada oturdukları için takdir gördülerse, bugün de mevkileri gereği takdir görüyorlar. Çocukken nasıl ki ön sırada oturdukları için başarılıydılarsa, bugün de mevkileri gereği başarılı sayılıyorlar. Yoksa hiç kimse bir bok değil. Bunu insanlara küfür olsun diye söylemiyorum, keza ben de bir bok değilim. Hatta hep en ön sırada oturmama rağmen ve tüm fırsatlar benden yana olduğu halde başarılı olamadım ve iyi bir üniversitede filan okumadım söz gelimi. Yani ben bu sistemin ortalama bir insanına göre çok daha aptal sayılabilirim sizler tarafından. Ama sonuç olarak bir şekilde (aptalca bir sınav vesilesiyle) ben de babam kadar oldum işte. Yani olması gereken oldu. Olması gereken olduysa bunda benim açımdan bir sorun yokmuş gibi algılanmasın tabi. Bugün birçok şeye olağandışı tepkiler gösteriyorum. Adil olmayan, meşru olmayan bir şeyler var ve bu beni rahatsız ediyor, bu rahatsızlık da bir şekilde açığa çıkıyor.

Ortalama bir insanım ve hayatta birçok alanla, birçok insan durumuyla ilgiliyim. Birçok şeyle karşılaşıyorum ve bunları düşünüyorum. Öncesini, sonrasını, kendi konumumu bir şekilde irdeliyorum. Şayet daha üst bir sınıfa mensup olsaydım, onlar gibi o upuzun ihtişamlı kule gibi evlerde ve sitelerde oturup, her gün ihtişamlı bir plazadaki işime dışarısından tamamen izole bir şekilde arabamla gidip - geliyor olsaydım belki tüm bunları görmezdim. Böyle olsaydı, yaşadığım ev ve çalıştığım iş yerinden -yani tepeden-, arada sırada aşağıdaki küçük insanlara dürbünle bakar, onları kaderin acımasızca şekillendirdiğini varsayabilirdim. Ama orta sınıfım ve sokağı görüyorum, insanları görüyorum ve insanlık halini biliyorum. Arkadaşlarımı biliyorum, akrabalarımı biliyorum. Onların nasıl o duruma geldiklerini, kendimin nasıl bu duruma geldiğini biliyor ve bunu önemsiyor, dahası kendimi sorumlu hissedebiliyorum. Çünkü bunu bu hale getiren kader değil, bunu biz yaptık; ben yaptım, sen yaptın, o yaptı. Bu yüzden diyorum ya bi bok değiliz diye. Eğer bizler bir halt olsaydık, öncelikle bunlar olmazdı. Ama bunlar varlar ve bizim yüzümüzden varlar.

Örneğin bugün üç kuruşa kot taşlama işi yapıp hastalanarak ölen insan da arka sırada oturan ilkokul arkadaşımız işte ve bunun sebebi doğrudan biz önde oturanlarız. Çünkü biz önde oturmasaydık, onlar arkada oturmayacaklardı. Ya da daha beter bir iş yapan yahut işsiz kalıp intihar edenler. Daha pek çok örnek verebiliriz böyle. Bunların sorumlusu kader değil, tanrı değil, burçlar değil vs. vs.değil. Bunun tek sebebi insan, tek sebebi biziz. Böylesi bir ortamda da hiçbirimizin hayatı meşru olamaz diye düşünüyorum. Daha fazla da uzatmayayım, zaten uzun yazıyı da kimse okumaz.

23 Ağustos 2012 Perşembe

tolstoy'un kendine 18 yaşındayken belirlediği 10 kural

tabi ne kadar doğrudur, ne kadarı doğrudur bilemem. 18 yaşında böylesi kurallar belirleyebilmek, hele ki uyabilmek pek mümkün görünmüyor. eğer bu doğruysa, uyabilmiş ki tolstoy olmuş yorumu yapılabilir.
kaynak şurası; kişisel gelişimde tolstoy etkisi

1. erken kalk, mesela sabah saat 5'te.
2. erken yat, mesela akşam 9'da.
3. az ye, tatlı ve şekerlemelerden uzak dur.
4. evinin işlerini elinden geldiğince kendin yap, başkalarına yaptırma.
5. amaçlarını parçala ve böl. mesela bir genel hayat amacın olsun. ama bunun yetmeyeceğini bil ve hayatta başarmak istediklerine dair ayrı ayrı küçük hedefler de edin. bir sonraki yılın, bir sonraki ayın, bir sonraki haftanın ve bir sonraki günün hedeflerini hep ayrı ayrı, net bir şekilde belirle. abart, bir sonraki saatin, bir sonraki dakikanın hedeflerini bile düşün. kulağına küpe olsun: büyük bir hedefe ulaşmak için küçük bir hedeften feragat edebilirsin.
6. kadınlardan uzak dur.
7. arzunu çok çalışarak öldür.
8. iyi bir insan ol, fakat başkalarının bunu bilmesine izin verme.
9. daima gücünün yettiğinden daha az harca.
10. şimdikinin on katı zengin olsan bile, hayat tarzını katiyen değiştirme.

bunların bir çoğunu ben de kendime ilke olarak benimsemiş olsam da bir tolstoy olamayız tabi. belki 18 yaşında olsaydım tolstoy'un kıyısından geçebilirdim kim bilir...

12 Ağustos 2012 Pazar

değer yargısı

''Bütün davranışlar değer yargılarına dayanır, tüm değer yargıları ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir... İkincisi büyük ölçüde çoğunluktadır... Onları neden benimseriz?...

Korkudan, -yani kendimize aitmiş gibi davranmayı daha uygun buluruz... Ve bu rol öylesine alışkanlık yaratır ki, sonunda bizim doğamız haline gelir... Kendi değer yargılarımız: Bu, bir şeyin bir başkasına değil, sadece bize verdiği keyif ya da keyifsizlikle ölçülmesi demektir ki, bu oldukça enderdir!... Ama çoğu durumlarda başkasına ait değer yargısını kullandığımız için, o başkasına duyduğumuz saygının en azından kendimizden kaynaklanması, kendi kararımız olması gerekmez mi?... Evet, ama biz bunu çocukluğumuzdan itibaren yaparız ve bu davranışımızı pek ender değiştiririz... Yakınlarımızla ilgili (onların zekası, statüsü, ahlak kavramı, örnek olmaları, aşağılıkları) yaptığımız değerlendirmeler ve onların değer yargılarını kabul etme zorunluluğu konusunda, genellikle çocuklukta edindiğimiz yargılara ömür boyu bağlı kalırız... ''

                                                                   Nietzsche - Tan Kızıllığı

siz saatleri

Siz, saatleri yaşadınız. Zamantaşlarını. Niceldir saatler. Adsızsırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar.
Aylar birbirinin içinden yürüyebilir. Ağustosta bile Marta gönderme vardır. Yine de gönderme mevsim mantığıyla sınırlıdır.
Günlerse bambaşka. Bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. Günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde.
Siz, saatleri yaşadınız. Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım.
Aylar ayları açıklıyor.
Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlem evinde art arda mevsimler sökülür.
Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.
Yüz yıl sonra bu gün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.
Siz tebeşirle kara tahtaya ne güzel yazan.
Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış.
Bakır kaptan günlük kokusu yayılır.
Geceyle birlikte.
Gece de.
Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?
İki din var: siyah ve beyaz. Gerisi? ..

                                                                                       cemal süreya

8 Ağustos 2012 Çarşamba

merak işte

kof kalas olmayın

yazan: semih bilgen (odtü öğretim üyesi)

Saçı sakalı ağarttık, hâlâ “ne olacak bu ülkenin hâli!”, “ne olacak bu dünyanın gidişi!” derdindeyiz. Bilmem neye yarar, ama çocuklarımla öğrencilerime öğüdüm şu: Kof kalas olmayın. Çevreme baktıkça öyle çoğaldığını görüyorum ki öylelerinin. Bu öğüdü tutmak için her gün kendimi de uyarma gereğini duyuyorum. Aman, kof kalas olmayayım.
Ne demek bu? Açayım: Kof, yani dıştan kusurlu gibi gözükmese de dokundunuz mu bomboş ses çıkartan, içi çürük, kolayca yıkılıverecek bir yapı. Bu nasıl oluyor? Rahmetli Uğur Mumcu ’nun deyişiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmakla”. Kulaktan dolma bir iki şey öğrendiğimizde “Tamam”, diyoruz, “Biliyorum ben bu işi...” ve başlıyoruz ahkâm kesmeye. Bu yalnızca günlük yaşamda olmuyor. En derin uzmanlık gerektiren alanlarda da böyle. Hele hele adımızın önüne şu ya da bu yolla bir cafcaflı unvan kondurmayı becerdiysek, artık her alanda atıp tutmakta engel tanımıyoruz. Hele bir yazı okuyup birisinin görüşünü beğendiysek, artık o görüşü kendi düşüncemizle vardığımız sonuç gibi nasıl cân-ı gönülden savunuyoruz, mangalda kül bırakmamacasına... Her sorunun yanıtını biliyoruz. Attıkça şişiyor, şiştikçe atıyoruz.
Oysa gerçek bilgi, gerçek birikim nasıl oluşur, farkında mıyız? Alçakgönüllü, sabırlı, yoğun emek gerektiren çalışmayla; kuşku, belirsizlik, başarısızlık, acı, aşağılanma, yanılgı ve yine çalışma, alınteri, alınteri ve yine alınteri olmadan bilgi ağacının meyvesine ulaşmak olanaklı mı? O meyveye bir kez ulaşınca da yeni kuşkuların, yeni karanlıkların, yeni belirsizliklerin kapısını aralamış olmaz mıyız? Bilgi ancak o karanlıklarda kuşkunun feneriyle gerçeği aramak ve belki ara sıra doğruya ulaşmanın o ince, o geçici, o zarif gülümsemesini hak etmek değil mi? Gerçek bilgi kime şişinme hakkı verir, kime “ben bilirim”cilik yetkisini tanır? Tam tersine, bilgiye ulaştıkça tanımaz mıyız gerçeğin karmaşıklığını ve gerçek bilgelerin alçakgönüllülüğünün temellerini?
İşte kofluk, o şişinmedir. O her şeyi bildiği, her konuda ahkâm kesme yetkisine sahip olduğu yanılgısıdır. Bu yaygınlaştıkça, toplumsallaştıkça, kültürsüzlük yaygınlaşıp olağanlaştıkça yalnızca tek tek kişiler değil toplumlar da, giderek dünya da kendi ipini çekme noktasına yaklaşıyor.
O nedenle çocuklarıma, öğrencilerime şunu söylüyorum: Hiçbir bildiğinizle yetinmeyin. Hep ayrıntısını kurcalayın. Derste size anlatılan belki “beşten şaşma, altıyı aşma” ilkesi için yeterlidir, ama siz yetinmeyin. Hep daha çok öğrenin, yalnızca başkalarının bildiğini almak için değil, kendiniz bilgi üretmek için de çalışın. Özgün bilgi üretmenin tadını alın. Araştırın. Okuyun, çok okuyun. Ama okumakla da yetinmeyin, deneyin, kendiniz yanılın, duvara toslayın, çıkış yolunu ararken karanlıklarda kaybolun, hata yapın ve öğrenin gerçeğin derinliğini, karmaşıklığını; bilginin getirdiği zarif ve geçici zenginliği. Gerçek güç, gerçek dayanıklılık, ancak bilginizi derinleştirdikçe, kuşkunun karanlığından korkmayıp üstüne gittikçe, araştırmanın tadını aldıkça kazanılacaktır. Ve ancak sürekli öğrendikçe, bilgi ürettikçe o güce sahip olabilirsiniz. Başka türlüsü kofluktur.
Bir de kalas olmamak var.
Kalas kabadır, bir gücü vardır, ama ancak ustanın doğru yerleştirmesiyle, geçici olarak bir yerlerde işe yarar. Sonra kenara atılır ya da odun yerine kullanılır. Filizlenip yeşermesi söz konusu değildir. Yontulmamıştır, çıplak elle tuttuğunuzda elinize kıymık batması kaçınılmazdır.
“İktidar yoldan çıkartır, tam iktidar, tamamen yoldan çıkartır” gibi bir söz vardır. İktidar kalaslığı pekiştirir de diyebiliriz. Kalaslık öncelikle kabalıktır. Özellikle de kendinizi güç sahibi olarak gördüğünüzde, iktidar elinizdeyken ya da pohpohlayanların yanında atar, tutarsınız. Bayılırsınız sizin gibi olmayanları, sizin gibi düşünmeyenleri yerden yere vurmaya. Kendi sesinizi duydukça “yarabbim ben ne esaslı insanmışım!” diye şişinirsiniz. Belki içten içe “aman kimse anlamasın kofluğumu” diye kaygılanırsınız, kalaslığınız kofluğunuzu örtmenin aracı olabilir. Kendinizden zayıf olanları, farklı olanları, küçük gördüklerinizi yerin dibine batırırsınız, sizin ne büyük olduğunuzu herkes görsün diye. Dayak atmaya düşkünsünüzdür. Karınızı, kızınızı, çocuğunuzu, davranışını beğenmediklerinizi, sizden farklı olanları, farklı düşünenleri eşek sudan gelene kadar ıslatmak en sevdiğiniz davranışlardandır.
ABD ’nin dış politikası da böyledir, “büyük devlet” olmanın gereklerini yerine getiren tüm emperyalist ve emperyalistçiklerin de... Her fırsatta kaslarını göstermekten, füzelerini, savaş uçaklarını, bombalama yeteneklerini sergilemekten, fırsat buldukça kullanmaktan övünç duyarlar. Bunların kimilerinin geçmiş birikimlerinden gelen, toplumsal kültürlerindeki bilgelik izlerini taşıyanlar bu kalaslığa çoğu zaman muhalefet ederler. Örneğin Jean Paul Sartre’ın 1960’larda Cezayir savaşına ve sömürgeciliğine karşı çıkması meşhurdur. Dönemin Fransız cumhurbaşkanı General de Gaulle’ün “Sartre Fransa ’nın kendisidir” diye ülkesindeki bilgelik geleneğine sahip çıkması hep söylenir. Ama bugünün Fransa ’sında artık de Gaulle’ün yerini Sarkozy, Sartre’ın yerini ise Bernard Henri-Levy gibi eyyamcılar aldı. Kalaslık orada da egemendir ya da egemenler orada da kalastır. Tabii bilgelik de insanlık var oldukça yaşar; insan olduğunu anımsayanlar, düşünenler, bilginin inceliğine sahip olanlar hep vardır, çıkacaktır ama kalaslar onları hiç sevmez.
Küçük diktatörler de kalastır. Kendi toplumlarına, belki komşularına hotzot edip dururlar. Hele biraz sağdan soldan “padişahım çok yaşa!” sedaları yükseliyorsa iyice şişerler. Fazla gürültü yaparlarsa büyük kalaslar gelip bir fiskeyle onları devirebilir ama olsun, biri gider, yenisi gelir. Kalaslık evrenseldir.

İş çevresinde, ailesinde, arkadaşları arasında kalas gelip kalas giden çoktur. Kabalık, yüksek sesle atıp tutmak, kendine benzemeyenlerden nefret bunların belli başlı özellikleridir.
İşte öğrencilerime kof kalas olmayın derken bir yandan bildiğiniz her şeyi, daha fazla öğrenmenin aracı yapın, hep araştırın, kuşkucu aklın fenerini yaşamınızdan eksik etmeyin, kofluktan ancak böyle kurtulup gerçek bilginin o ince gücüne kavuşabilir ve sürekli yenileyerek elinizde tutabilirsiniz diyorum. Bir yandan da gerçek gücün asla kaba olmayacağını, farklılıkların gerçeğin en belirgin yanı olduğunu onlara söylüyorum. Evrenin güzelliğinin farklılıklardan geldiğini bildikçe ince, zarif olursunuz, kendinize ve başkalarına, doğaya, yaşama saygı duyarsınız diye öğütlüyorum.
Gülten Akın söylememiş mi bunların hepsini iki dizeyle: “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya.” İşte hepsi bu...

kaynak: radikal yorum

4 Ağustos 2012 Cumartesi

steve vai - tender surrender

steve vai 2 kasım'da türkiye'ye geliyormuş. gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum tabi şu an, cuma günü olması iyi olmadı, izin de alamam sanırım. ama gitmek için elimden geleni yaparım tabi.

neyse, steve vai'nin gelişini duyunca onun çaldığı şeyleri dinledim bugün. ne zamandır da dinlemiyordum iyi geldi.

hepsi bir yana, tender surrender'ın bu performansı bir yanadır benim için. yıllardır her dinlediğimde tüylerimi diken diken etmiştir. bir insanın gitar üzerinde yapabileceklerinin en son kertesi bu olmalı diye düşünmüştüm ki hala da öyle düşünmüyor değilim. çaldığı ezgiler bir yana harmonik açıdan kendinden kattığı şevk, o gitarla sevişmesi filan tasviri mümkün olan şeyler değil.

31 Temmuz 2012 Salı

çünkü bulmanın yoludur kaybetmek

sizi bilmem ama bence
ara ara kaybetmeli insan kendini
bulabilmek için koyduğu yere

belki insanlık nezdinde
affolmazsa da bu davranış
ama kendi nezdinde
affolmazsa da bir kişi
bitmiştir işte onun işi

çünkü bulmanın yoludur kaybetmek
arıyorsa eğer
aramıyorsa zaten
bitmek bir yana
israf olmuştur

29 Temmuz 2012 Pazar

diyeceğim çok ki bilemem

kaç gemi gelip geçti limanından, bilemem
ama yüzme bilirim
belki benden, belki senden, belki gemilerden

diyeceğim o ki; yük olamam ben
bir denize karışır ve deniz olabilirim belki
yüzerim; yüküm kendimdir, kendimedir

nereden aydınlandın da gözümü aldın, bilemem
ama gölgeni bilirim
takip ettikçe kaçar, kaçtıkça kovalar

diyeceğim o ki; bir gölge oyunusun sen
ama gerek var mı ki bu aydınlığa perde germeye
oyuncu olmak ve oynamak için

rekabet insan(lığ)ı geliştirmez, sorgulamak geliştirir

Titanik'te Olimpiyatlar 
Yazan: Gündüz Vassaf
Radikal Yorum - 29/07/2012

Bize, oyunların barışın simgesi olduğunu ezberlettiler. Egemen düzen tarihimiz boyunca sporu erkeklerin savaşa
hazırlıklı olması için destekledi. Modern çağın egemen düzeni miadını doldurmakta. Sistematik yaklaşımların yerine skandallar. Küresel ekonomiden sıradan köprü tamirine, her yerde kriz yönetimi. Eğitim kurumları insan beyninin engin esnekliğine engel. Nobel ödüllü matematikçi Nash “Okullar kapatılmalı” diyor. Yeni kuşakların potansiyeli çağdaş temerküz kamplarında hapis. Dünya kabuk değiştiriyor. ‘Sanayii Devrimi’nin, insan ve doğaya karşı “Benden sonra tufan” anlayışı iflas etti. 20. yüzyıl şairi Nâzım Hikmet’in, “Trik trak tiki tak tak, makinalaşmak istiyorum” rüyası kâbus oldu. Kendi koydukları kuralları çiğneyerek, yalan söyleyerek, çıkarlarını kollayan egemenler, meşruiyetlerini yitirdi. Temsili demokrasi artık geçersiz. İşte Irak. Vatandaşlarının da karşı çıktıkları savaşlarını ancak paralı askerler, profesyonel ordularla sürdürebiliyorlar. Geleneksel estetik ve alışkanlıklarımızı sarsan çağdaş sanat, işte bu dünyanın aynası. Olimpiyatlar, son kalelerinden. Gezegenimizin tek toplu ayini. Pompey’in son günleri. Bizlerse, güleryüzlü düzenin her şeyi normal gösterme kamuflajında Titanik yolcuları. Ekran başında düzen dopinginde, egemenlerin edilgenleştirdiği tavuskuşları. Göremediğimiz, Londra şehir merkezinde, binaların tepesinde, uçaksavarlar, füzeler, askerler. Tribünlerde dünya düzeninin liderleri. Madem tehlikeli, orada toplu halde ne işleri var? Onlar da kendi oyunlarının figüranları. Olimpiyat sporlarının perde arkasında olimpiyat sanayii. Devletlerin, oyunlar ülkelerinde yapılsın diye, mafia taktikleriyle olimpiyat komitesi üyelerine seks şantajları, rüşvetleri. Dünyanın en büyük reklam piyasası. Sporcu kıyafetinde marka tellalları.. Gençliklerini madalya hırsına vakfetmiş gönüllü spor köleleri.. Antik çağda Greklerin ilk oyunlar gibi, 19. yüzyılda yeniden yapıldıklarında da olimpiyatlar uygarlığa karşıydı. Bize, oyunların barışın simgesi olduğunu ezberlettiler. Egemen düzen tarihimiz boyunca sporu erkeklerin savaşa hazırlıklı olması için destekledi. Modern olimpiyatların kurucusu Baron Coubertin, ülkesinin 1870 Prusya Savaşı’nı kaybetmesinin nedenini Fransızların spor yapmamasına bağlar. Oyunlar, İngiltere’de sağlıklı işçi sınıfı yaratmak, halkı alkolizm, hırsızlık ve serserilikten ‘kurtarmak’ amacıyla 1859’da yapılan ‘Wenlock Olimpiyatları’yla düzene yerleşti. Sosyal-Darwinci ırkçı ideolojinin güçlü insan imajını yaymak için dünyaya pazarlandı. Olimpik meşalenin oradan buraya ilk dolaştırılması, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda, Nazi ideolojisinin yayılması için. ‘Soğuk Savaş’ yıllarında da ABD- Sovyetler Birliği kapışmasının aracı. İnsanların hayvanları yarıştırmaya, dövüştürmeye kalkışması ise aşktan işe kadar hayatın birçok alanına yayılan kazanma patolojimizin başka bir ifadesi. Barış maskesinde gizlenen oyunlar, insanın kazanma ihtirasını kamçılamak, başkalarını yenme, onlara üstün olma kompleksini yüceltmek üzerine kurulu. Oysa, tarihimiz boyunca uygarlığımızı geliştiren savaş ve rekabet değil, insanın kendisini, doğayı araştırması. Soru sorması. Sürekli yineleyen, tükenmeyen merakı. Mozart, Fuzuli, Shakespeare, Hubble, Einstein. Hepsi kendi düşlerini kovaladı. İnsanın buluşlar yapması, sonsuzluğu araştırması, başkasıyla rekabetten değil merakını yenemediğinden. Bugün de yeni mesleklerle teknolojiler, sanatta, sanal gerçeklikte ifade biçimleri, herkesin farklı katkısı olabileceği zenginliklerimizi çıkarmaya yönelik. Rekabet sporlarının türümüz için kaçınılmaz olduğunu iddia edenler, dünyanın en eski uygarlıklarından, en büyük nüfuslarından Hindistan’ın iddiasızlığına, olimpiyatlarda boy göstermemelerine baksınlar yeter. Ya da tarihimize. Mısır, Çin, Osmanlı, İnka, Aztek. Esas olan rekabet değil, işbölümü, işbirliği. Çağdaş olimpiyatlar, dinleri, devletleri birleştiren kapitalist ideolojinin hizmetinde. Şeriatla yönetilen, kadınların otomobil kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan bile oyunlara dişi sporcularıyla katılıyor. Ramazan ayında atletlerini oruçtan muaf tutuyor. Türümüzün sağlığı, uygarlığımızın esenliği, olimpiyatların simgelediği taraflaşma rekabetinden özgürleşmek. Olimpiyatların ulus devlet şovenizmi göçmenlerin pasaport aitlikleriyle çoktan darbe yedi. Yeni kuşakların din ve devletler üstü küresel bilinci, yaşam biçimi, özlemleri bu yeni özgürlüğün ifadesi.

24 Temmuz 2012 Salı

gamification

günümüzde çocukların evden dışarı çıkmamaları ve bilgisayar başında gelişim göstermeleri üzerine, gelecekte ne gibi bir kitle ile karşılaşacağımız konusunda bir takım öngörülerim vardı. gelecekte karşılaşacağımız kitle şüphesiz ki berbat bir kitle olacak, bu konuda en ufak bir umudum yok, lakin ben de gelecekte yaşayacak bir genç olarak onlar için kurulan dünyanın nasıl olacağı kısmıyla ilgili olmak zorundayım haliyle.

bunların başlıcası gamification (oyunlaştırma) kavramı üzerine odaklanıyor. bu zamana kadar bu kavram üzerinden insanları güdüleme pek başarılı sonuçlar veremezdi, zira bilgisayar oyunları daha çok 2000'li yıllarla birlikte hayatımıza girdi ve şu ana kadar aktif nüfus içerisinde bilgisayar oyunlarıyla yetişmiş olan kitle küçük kalıyordu. haliyle bu teknik ile güdüleme fazla kitleye hitap etmiyordu. fakat günümüzde iyiden iyiye hissedilir bir hale geldi. başta çocuklar ile başlayan daha sonra da yetişkinlere yönelik uygulamalarla devam eden bir güdüleme olarak hayatımızda yer etti.

her şeyden önce, insanların belli amaçlara yönelik güdülenmesine aracı olan şeyleri etik bulmadığım için, bunu olumsuz bir şey olarak değerlendiriyorum tabi bu yazıda. dahası insanlara bir şeyler pazarlamak adına onları güdülemenin son derece sakat olduğunu, insanlarla resmen dalga geçildiğini düşünüyorum. 

günümüzde birçok firmanın kullandığı puan topla - puan topladıkça ödül kazan tekniği insanları daha fazla tüketmeye teşvik eden bir gamification örneği mesela. 

keza sosyal paylaşım sitelerinde profilini oluştur, arkadaş topla, etkinliklere katıl gibi gamification teknikleri bugün milyonlarca insanı bilgisayar karşısına kilitlemiş durumda ve adeta insanlar buradaki oyun dünyası ile gerçek dünyalarındaki ayrımı yitirmiş durumda.

vahim olanı bunun yaşamın her alanına yayılıyor oluşu. insanlar alışverişlerini bu doğrultuda yapmak adına alışveriş merkezlerini dolaşıp tüketim yapmaları bir tür yaşayış biçimi haline geldi. keza sosyal paylaşım sitelerindeki profillerini ilerletmek, orada pointler toplayıp diğer arkadaşlarıyla yarış içersine olmak günlük hayatlarına doğrudan etki etti ve adeta sosyal paylaşım sitelerine bir şeyler eklemek için günlük hayatta yaşamanın gerektiği, yani yaşayışlarının tek ifade sahası orasıymış gibi bir algı oluştu.

iş hayatında da bu doğrultuda bir güdüleme söz konusu. başarı eğrileri, performans değerlendirmeleri vs. gibi bir takım grafikler doğrudan insanların hayatlarını yönlendirmede göz önünde bulundurdukları en önemli etken oldu. iş arkadaşları ile yarış içersinde oluşları, onlardan yüksek skora sahip olabilme gayesi ile güdülenen kitleler, iş dünyasında çok daha verimli çalışan birer köle ve çok daha fazlasını tüketebilen bir hayvana dönüştürülmüş oldu.

bunda şüphesiz ki dijital çağ ile birlikte insanların bazı verilerini kayda almabilmek ve bilgisayarlar aracılığı ile bu verileri işleyerek belli bir performans değerlendirmesi imkanına sahip olmak etkili oldu. artık bilgisayar karşısında oynanan oyunlarda yönettilen karakterler ne ise biz insanlar da o şekilde yönetilen, yönlendirilen bir sanal dünyanın içerisine girmiş olduk.

türkiye'de de son zamanlarda diyanet işleri bu gamification tekniğini başarılı bir şekilde uygulan kurumlardan.  ekşisözlükteki bir yazı bu durumu gayet güzel izah etmiş mesela.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

gregor samsa bir sabah da dev bir böcek olarak uyanmasa

etrafımdaki her şey benim için olabileceği en talihsiz şekilde hiç şaşmaksızın ilerlerken bu şaşmazlığı kanıksadığımı biliyordum. fakat şu an ki kadar farkına varamamıştım. öğrenilmiş çaresizlik ve kendini gerçekleştiren kehanet denen bu iki tanısal durumun ne olduğunu biliyordum. içinde bulunduğum durumun bilimsel metodolojide karşılıklarının bu olduğunu ben de pek ala tanımlayabilirdim ama her zaman içinde bulunduğumuz durumu tanımlamanın bizi huzura erdirmediği de bir gerçek. zaten öyle olabilseydi insan dijital olarak kodlanabilirdi ve benim robot olarak bir karşılığım olabilirdi. ben de işim düştüğü zamanlar gidip ona danışabilirdim.

murphy kanunları; işin bir aksi gitmeye başladı mı, aksiliklerin ardı arkası kesilmez der. bunun tersi de söz konusuymuş. bir işim rast gitmeye başladı ve ardı arkası kesilmiyor. tüm bu gidişatın alt üst oluşu beni de alt üst etmeliydi belki. fakat şu günlerde bu hıza ayak uyduramamanın sıkıntısını yaşar oldum. dün bisikletim ile alsancak sahiline gidip, çimlerde biramı içerken "hayat ne garip, vapurlar filan" sözü aklımdan geçtiği sırada karşımda koca bir vapur vardı yani durum o kadar ciddi. benimle beraber çimlere uzanmış olan bisikletimin durumunu düşünmüştüm; daha birkaç gün önce nerelerdeydi, şimdi ise nerelere gelmişti. fakat kendimin nerede, ne konumda olduğunu düşünemiyorum, tüm bunların içinde şuursuz hatta ruhsuzca kalıyorum.

başlangıçta bahsettiğim farkına varmaktan kastım da bu durumdu işte. kendime ne yaptım bilmiyorum ama hayat kötüsüyle, iyisiyle üzerimden akıp gidiyor. sıkıntılı durumların peşi sıra ilerleyişini kanıksamam, içimdeki bir şeyleri yakmış olmalı. bu kanıksama kötü durumlar için iyi bir savunmaydı belki ve beni bu zamana kadar bir şekilde yaşatmıştı. fakat bir gün iyi zamanların da olacağını düşünemedim sanırım. şu an hiçbir şeyin heyecanının kalmamış olmasından ürküyorum. bunun geçici bir durum olmasını ummasam çok ciddi sorunların beni beklediğini düşünebilir, beni tutan son birkaç bağın da kopabileceğini söyleyebilirdim.

çevremdeki her şey hızla değişti
umarım ben de hızla olmasa da yavaş yavaş bu değişime uyum sağlar ve bu kafadan çıkabilirim.
ileride biçim olarak daha farklı bir gregor samsa  durumuna düşeceğim kaçınılmazken hele.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

iki kere geçmiş ola

I.
Taşları eriterek önümüze döşüyor, yürüyüp gidiyoruz
-“Son oyalanmasını göstermeyi kim keşfetmiş ilkin?”
-“Çok köke inen bir soru bu, binayı çökertir, kovun bunu…”
Demek ki ben, sesimi asıp can çekiştirmeye yazgılıyım.

Çünkü başıyla oynanmış bazımızın, eti yavaş yavaş kelle olmuş
Büyüdüğü doğru ağaçların ama doğru değil çocukların
Büyümek istedikleri...

Susacak ne çok şey var…

II.
Kendime taziyem odur ki görüşeceğiz sanırım
Kendime vasiyetim o ki gelme benimle
Kendime salık veririm uzak durma benden
Kendime daha ne deyim ne gelir elden
Kendime aldım bunu kalacak sana
Kendime ayırdım desem de artmadı bana
Kendime geldim diyemem misafirinim ey dizlerim
Kendime konuşasım var sana ne diyeyim

Kendime baktım da şöyle bir babamım
Kendime baktım da şöyle bir babayım.

Susacak ne çok şey var
Gemiler ayrılacaklarını bilmiyor kıyıdan
Susacak ne çok şey var
Kıyı duruyor hep ayrılıyor gemiler.

Gemiler denizin üstünde
Etin üstünde jilet gibi.
                                     Celal Fedai


**************************************************

Celal Fedai (1972): Yukarıda, bu zamanın toz dumanı içinde, pazarında borsasında adı kolay kolay duyulmayacak bir şairin şiiri duruyor. O bir “ruh bekçisi”, benim  gibilerin gözünde. Yaşayanların üzerinde kâbus gibi çöken ölü geçmişin çileci sesiyle sesleniyor bize. Unuttuğumuz bir insanoluş halini dillendiriyor sahih bir çırpınışla. Geçmişin ukdesiyle sesleniyor de diyebiliriz bu üsluba. Geçmişi bugünde buluyor çünkü.

Geçmişi bilmemek, lağım çukurlarının açık olduğu yerde gözü bağlı dolaşmak gibi. Miladı kendinden başlatmaya hevesli insanlar arasında yaşarken duyduğumuz o ürpertici çiğlik gibi. Bunlar arasında yüzü eskiye dönük bir tutucu olarak anılmak da var. Anlaşılmadan yaşamak seçilmiş bir kader olacaktır kimileri için. Bazıları anlaşılmayı değil, “ruh bekçisi” olmayı yaşamlarının erdemi sayarlar. Bu tutumun şiirdeki mükemmel karşılığı Yunus Emre ve Fuzuli’dir. Kendinde bir küçüklük gördüğü anda, “Sen derviş olamazsın” diye nefsiyle dövüşen Yunus Emre. Acıyı süs olarak değil, Kerbela’da Hüseyin’in trajik anısı başında bekçi olmayı seçerek yaşayan Fuzuli. Çağımızda bu karakterler yaşamaz diyen varsa, “inancının çılgını” Sezai Karakoç’u hatırlasın.

Bir de bu cesur tutumun “janjanlı” taklitçileri, “gibi yapanlar”ı vardır. Hangi tarafa dönerse öbürüne sağır diye bir zamanlar dogmatikleri eleştirenler, şimdi ne yana dönerse dönsün her durumda haklı olduğunu hiç bir suçluluk duymadan savunabiliyorlar. Keskin dönüşlerinin çilesini çekmiyorlar asla, hatta onu da size çektiriyorlar. Bu tipler, o büyük erdemli tutumun yalnızca şarlatanıdırlar, İsmet Özel gibi. Bir zamanlar çok sevdikleri deyimle, “fikri namus”larını çoktan yitirmişler, artık tribünlerin heyecanında ne pay kapacaklarına bakarak yaşayan fırsatçı çakal amigolardan olmuşlardır. Kendisi gibi düşünmeyeni ahmak sanacak kadar ahmaktır bunlar. Narsist kafalarının sudaki yansısını özgün düşünce sanırlar.

İnsan da ruh da hiç bir zaman mutlak olmadı, çünkü hiç bir zamanda aynı su, aynı ırmak olmadı. Az sonra değişip dönüşecektir koşullara göre, verili engelleri savaşıp aşarken değişecektir hem de. Vadinin her yeri aynı olmayacak, kuşkusuz. Ama bu değişim sırasında “mevsimlerin ettikleri”ni, kendi bedenlerine renk kılanların bukalemunluğu karşısında tiksintimizi saklamak çok zordur. Bu tiksintiyi bize haklı gösterecek karşıt bir örneğe, “ruh bekçileri”ne gereksinim duyarız o yüzden. İnsanın acı dolu, çile dolu geçmişine duyduğumuz saygının kaybolmaması, harcanmaması, unutulmaması isteğimizdir bu. Mitolojinin Sysphos’u, dinin İsa’sı, Cervantes’in Don Kişot’u, Dostoyevski’nin Budala’sı, insanın erdemini yitirdiği çağların ruh bekçileri olarak yaratılmadılar mı? Kiminin çilesi zamanın ruhuna göre komikti, kimininki de trajik. Bunlarsız yaşayabilecek bir insanlık düşünebilen var mıdır acaba; bunlara gereksinim duymadığımız zamanlar gelse bile bir öğreti olarak eylemleri kalmayacak mı? Lokman Hekim’in aradığı ilacın ne olduğunu Şahmaran da biliyordu, arayışçı çileciler de; arzu ile çilenin bileşiminden doğmuş bir ilaçtan söz ediyoruz, şiir varken ortada, gereksiz bir biçimde.
                                                                   Mahmut Temizyürek

9 Temmuz 2012 Pazartesi

sentenced - end of the road

sentenced ara ara özlenen, dinlenen, güzel gruplarımızdan birisi benim için. yolun sonunu bu konser ve bu parça ile getirmişlerdi. bizde hala devam ediyorlarsa da, kendilerini anmakta fayda var.  
cenaze törenlerinden;
see you in hell!
ne hoş bir temenni

sözler;
Here we are, now layed burden down
We're coming to the end of our road
Sorrowful yet glorious somehow
To be humming this one last thought
so calm and still
It wasn't all that bad or was it?
Now fulfilled it doesn't only hurt to end it now

... The funeral ...

The memories beneath the dust of years
They seem like those of someone deceased
There's no more to be done or hoped or feared
Just waiting for the final release
so calm and thrilled
It wasn't all that bad or was it?
Now still it doesn't only hurt end it now

Is life over? This life's over! Or has it only just begun?
The close corner starts to moulder
Coming apart yet still not done forever on
--------------------------------------------------------

İşte buradayız,ağır yükler altında uzanmış
Yolumuzun sonuna geliyoruz
Şu anda hüzün dolu,bi şekilde de mükemmel
Son düşüncem , bu homurdanma olmalı
Çok sakin ve durgun
Bu kadar kötü olmamamalıydı..olmalımıydı..
Tamamlamış olmak,sona gelmek bu kadar incitmez

Cenaze töreni...

Anılar yılların tozu arasında uzanıyor
Öldürülmüş birine benziyorlar
Yapılması,ümit edilmesi ve korkulması gereken hiçbirşey kalmamış
Sadece son olarak serbest bırakılmayı beklemek
Çok sakin ve ürkütücü
Bu kadar kötü olmamalıydı..olmalımıydı
Ve hala sona gelmiş olmak bu kadar incitmiyor

Hayat bitti mi? Bu hayat bitti! Veya sadece başlangıç mı?
En yakın dönemeç toz oluyor
Henüz ayrılmış olmak,sonsuza dek sürmesi değil.

8 Temmuz 2012 Pazar

pranga

bizim de ayağımızda pranga olduğu için, 
aklında pranga olan aptallardan bir türlü kaçamıyoruz.

ve bizim için asıl esaret, ayağımızdaki pranga da değil, 
biz ki tek göz hücrede dahi yapacak çok şey bulabiliriz ve özgür kalabiliriz;
zira özgürlük o kadar da fiili bir kavram değildir bizler için.

aklın özgürlüğü yarı yarıya fiili özgürlükten feragat etmeyi,
fiili özgürlük de yarı yarıya akıl özgürlüğünden feragat etmeyi gerektirir çoğu kez.


5 Temmuz 2012 Perşembe

savunma

blogu tasfiye ettim. insanları rahatsız etmeye yönelik yazıları kaldırdım. çünkü gerçek dünyada değer verdiğim insanlar tarafından ciddiye alındığını, dahası onlara rahatsızlık verdiğini anladım. sevgili negatif ile beraber olduğumuz vakitlerde sık sık bunun mevzusu açıldı ve  gereksiz yere kafa yorucu bir hale geldi. aslında tüm bunlar benim boş şeylere kafa yormam ile başladı. benim kafa yormam hadi neyse de çevremdeki insanlar da bana kafa yorunca buna dayanamadım. kendimi savunma ihtiyacı hisseder oldum.

boş yere kafa yorduğum şeyler, bazı insanların ilgi alanıma girmesi ile başladı. bu insanların bloglarında yazdıkları, diğer sosyal medyada paylaştıkları ve gündelik hayatlarındaki gerçek konumları üzerine düşündüm. aslında insanlar üzerine kafa yormak, onların yaşayışlarını irdelemek çok tehlikeli şeyler. hele bir de bu değerlendirmeleri ifade etmeye kalkarsan dünyada senden kötü bir insan yoktur. şimdiki savunmam da burada (blogda) kötü olmaktan gocunduğum için değil, beni tanıyan, iyi olarak bilenlere yönelik ortadaki çelişik durumu açığa kavuşturmak, bunu neden yaptığımı en azından bir nebze de olsa onlara ifade edebilmek için. bunu da onlar kafa yormuş oldukları için bir gereklilik olarak görüyorum. tabi bunu başarabilecek miyim bilmiyorum.

başlıca takıldığım mevzu sosyal medya üzerindeki paylaşım hadisesi üzerindeydi. ben de şu an gördüğünüz üzere sosyal medya da bir şeyler paylaşan bir kullanıcıyım.  fakat bunun neresindeyim bilemiyorum. bu ilgi alanıma giren insanları irdelediğim zaman pusulamı şaştım ve burada saçmala gafletine düştüm. çünkü bu insanlar, burasını, kendi kendilerine kabul edemedikleri bir takım şeyleri insanlara kabul ettirme gayesiyle kullanıyor gibi geldi. burada inşa ettikleri dünyaları ile dış denetimlerini gerçekleştirerek yaşayabileceklerini zannetmelerine anlam veremedim. böyle bir yaşamı kabul edemedim. daha vahim olanı bunu yaparak kendi denetimlerinden uzaklaştıkları, içinde bulundukları durumdan kaçtıkları, kendilerinden ve gerçek dünyalarından uzaklaştıklarını düşündüm. anlam veremediğim bir takım şeyler vardı ve bunlara ciddi ciddi kafa yordum.

şu an için neden kafa yorduğumu düşündüğüm zaman elbette olayın bende bittiği sonucunu çıkartabiliyorum. ben yaptığım her şeyin sorumluluğunu üzerime  alabiliyorum ve bunda aşırıya da kaçabiliyorum. son zamanlarda bundan birazcık olsun sıyrılmayı istedim sanırım; bu benim için bir yüktü ve bu yükü biraz hafifletmeliydim. bunun genel geçer bir çaresi var; insanların yüklerini birbirlerine transfer etmesi. ama engel şu ki; fazlasıyla dışa kapalı bir konumdaydım ve bundan ötürü de bir takım sıkıntılar çekiyordum. artık kendimi tam anlamıyla şizoid bir insan olarak değerlendirecek düzeye gelmiştim. bunun değerlendirmesini bile kendim yaptığıma göre varın siz düşünün durumun ne kadar vahim olduğunu. diğer yandan da dışarıya açılmamın gerekliliğini, dışa dönük bir denetim gerçekleştirmem gerektiğini, hayatımı haklı çıkartmak ve insanlara yansıttıklarımı önemsemem gerektiğini etüt ettiğim zaman da bunun içerisinde asla yer edinemeyeceğimi, bunun içerisinde herhangi bir beklentiye giremeyeceğimi anlıyor ve daha da kabuğuma çekilme ihtiyacı hissediyordum. çünkü bunun içerisinde bir ayrıma gelip çatıyordum. zira bunda ciddi şekilde insanın kendisini yitirdiği, dahası birçok şeyi değersizleştiği ve anlamsızlaştığı düşüncesine kapılıyordum. kendince çok şeye değer veren, dahası her şeyde anlam kaygısı güden benim gibisi için zor bir süreç oldu. yani yükü yine sırtlanıyordum fakat her yere bırakışımda onu tekrar kaldırmak zor geliyordu. bunun kopukluğu da sorunlar açtı tabi başıma. neyse bu kısmını uzatmayayım, sizi de pek ilgilendirmeyebilir zaten.

sizi ilgilendirebilecek, yani etüt ettiğim şeyler neler peki? bunu ben sorumlulukla irdeledim. temelde özgürlük ve sorumluluk arasında bir kutuplaşma vardır malum. insanlar sorumluluklarından sıyrılabildiği ölçütte özgür olduklarını düşünürler. fakat her insan kaçınılmaz olarak, kendi dünyasından, yaşayışından, seçimlerinden, hareketlerinden tamamıyla sorumludur. işte buradaki özgürlük ürkütücü bir kavramdır. çünkü özgürlük de burada bir tür sorumluluk olur. hem de gayet ciddi bir sorumluluk. benim takıldığım temel nokta insanların tüm bu yansıttıklarından, etrafa yaydıkları yaşayışlarından ne tür bir sorumluluk hissettikleriydi. dışa dönük yaşamlarında genellikle özgürlüklerini yansıtırlarken, kendi kendilerine karşı da bir tür bağlayıcılık yarattıklarını gözlemledim. şöyle ki; dışarıya yansıttıkları dünyalarındaki özgürlüğe yönelik insanlardan gelen tepkilerle motive olmaya çalışarak kendisine karşı sorumluluklarından kaçmaya çalışmaları gibi bir durum oluşuyordu. fakat bu temelde çok tutarsız bir durum. kimse kendisine karşı sorumluluklarını başkasından gelen tepkilerle ölçüp - biçemez. dışarıya karşı sorumsuz olup da kendisine karşı sorumluluklarından kaçamaz. böyle bir özgürlük yok maalesef. herkes her şeyi ile yüzleşmek zorundadır ve herkes yüzleşebildiği ölçütte alanını genişleterek özgür olabilir diye düşünüyorum. yani diyeceğim o ki; özgürlük o kadar kolay elde edilebilecek bir şey değil, bu yaptığınız şey bir özgürlük değil bas baya bir tür tutsaklık. insanları birbirlerine bağlayan bir tür tutsaklık.

işte burada yer edinmek üzerine temel sıkıntım bu. ben bu esaretin içerisinde yer alamayacak kadar kendim ile uğraştığımı ve kendimdeki sorumlulukları yıkarak özgürlüğünümü elde etmeye çalıştığımı düşünüyorum. ve ileriye dönük hayattan beklentilerim de bunun üzerine kurulu, daha da bu konuda yapmam gereken çok şeyin var olduğunu biliyorum. fakat şimdi bunu teslim edebilmem, yani teptiğimi düşündüğüm onca yoldan cayabilmem pek mümkün görünmüyor. bu tarafta herhangi bir ilerleme göremiyorum.

peki bu yıkıcı olmayı mı gerektiriyor? insanların bu ilerlemelerine saygısızlık etmek mi gerek yani? elbette gerektirmiyor. her şeyi en başında boş verebilirdim. ama tüm bunlara bir kere kafa yordum ve bu beni bir şekilde içine çekti. ve sonuç olarak bunun içinde bir yer edindim. benim dışa dönük olarak gerçekleştirebileceğim sorumsuzluk da bu oldu işte; bir tür saldırı. üstelik ben bununla kendimi motive de edemezdim ve fazlasıyla üzerdim ki böyle oldu zaten. fazlasıyla anlam kaygısına düştüğüm zamanlar böylesi durumlara girebiliyorum. aslında daha ziyadesi burada bir saf belirlemem, çizgimi çizmem, bunun için de kendimi korumam gerekiyordu.

temelde takıldığım şeyler de bu eksende düşündüğüm şeylerle bağıntılı oldu sanırım. sosyal medya konusu, makyaj konusu vs. paralellik gösteren noktaları olduğunu düşündüm. en basitinden insanların hayatlarını afişe etmelerindeki güdülenme ile makyaj konusundaki hassasiyetlerindeki güdülenme benzer geldi. ikisinde de dışarıya karşı iyi görünme ve bu doğrultuda göreceği takdirler ile kendini gerçekleştirmeye yönelik bir bağ var gibi. fakat insanların dışa dönük bu tutumları ile kendilerini gerçekleştirmelerinin mümkün olmadığına inanıyorum. herkesin kendine karşı sorumluluğu olması gerekirken, dışarıya karşı sorumsuz bir şekilde yayılmaları ve bununla özgürlük elde ettiklerine inanmaları bir kurtuluş değil. bunlarla bir yere kadar kaçılabilir.

buradan temelle daha bir çok şeye varılabilir. mesela etrafımızdaki olmaması gereken şeyleri olağan karşılanması gibi. bunu yapan insanlar genellikle kendilerine kabul ettiremedikleri şeyler olduğundan ve dışa dönük bir dünya inşa ettiklerinden kontrollerinin de dışarıya bağlı olduğuna inanıyorlar. haliyle hiçbir şeyin düzelmesi için bir çaba gösteremiyorlar, her çarpıklığa dahil oluyorlar ve bunun bir parçası olduklarını kabul ediyorlar.

bunun neresinden bakarsak bakalım; insanın kendisi ile yüzleşmesi, kendini gerçekleştirmesinin tek çıkar yoludur. dışarıya dönük bir gerçekleşme yoktur, bu günümüzün en büyük yalanlarındandır ve buradaki çarpıklığın da en temel sebebidir bana kalırsa. insanların doğruları ortak kabul görmüş doğruları benimsemeye yönelik bir çabaya dönüşmüş durumda. fakat bu çok boş bir çaba, her insanın kendine has doğruları vardır/olmalıdır ve bundan da tamamen bağımsız bir birey olarak kendisini sorumlu hissetmeli ve bu uğurda kabul görmeye çalışmalıdır. bunun için ilkeler edinmeli ve bu ilkeleri kendini bağlayıcı, özgürlüğünü kısıtlayıcı doğrultuda değil kendini özgürleştirmede, kendini gerçekleştirmede kullanabilmelidir. insanlar tarafından kabul görmek mutlak bir şekilde onlara uyum göstermekten geçmemeli. bu şekilde kabul görmek çok önemsenmemeli, bu çeşitliliği azaltır ve insanları sürüler halinde bir tür koyuna çevirir. tüm bunların sonucunu abartabilirim; bunun dünyayı cehenneme çeviren bir şey olduğunu bile söyleyebilirim. kavgayı, cinayeti, savaşı daha nice kötülüğü bile buna bağlayabilirim. çünkü bu şekilde gerçekleştirilen yaşayış, her türlü dış etkene açık, her türlü basit imajlarla şekillenebilen ve bu doğrultuda atılan her yemi kolayca yutan insanlar yaratan berbat bir durum diye düşünüyorum. bugün iletişim olanakları arttıkça insanlara sunulanlar arttı ve bu durum şiddetlenerek büyüyor da.

bunu, "herkes bununla mutluysa sorun yoktur, bundan sana ne?" düzeyine indirgeyemeyeceğimizi düşünüyorum. bu şekilde bir mutluluğa da inanmıyorum. zira söz konusu mutluluğu idrak edecek bir benlik göremiyorum. söz gelimi insan başkası için mutlu olmaz, kendi için mutlu olabilir; başkasının istediğine yönelik göründüğüyle mutlu olmaz, kendi olarak kabul gördüğüyle mutlu olabilir. yani ancak kendine dokunan, kendine yarayan ile mutlu olabilir. hepimiz toplumda kendimize has niteliklerimizle kabul görmeye çalışmalıyız ve bizim için gerçek olan şey şüphesiz ki budur. olması gereken de hepimizin gerçekliği olmasıdır.

çok uzadı. benden bu kadar, daha da savunamayacağım. bir işe yararsa eğer iyidir, bu kadar uğraştığıma değer. yaramazsa da sağlık olsun ne yapalım.