29 Eylül 2011 Perşembe

nae meorisokui jiwoogae ( a moment to remember )

Aslında şöyle bir düşünüldüğünde basit bir senaryo olarak görülebilir. Yer yer klişeler de barındırıyor. Ama iyi işlenmiş bir film. Bu yüzden de etkiliyor.

Sürekli geçmişe bağlı yaşamanın, iyisiyle - kötüsüyle geçmişi bugüne bir yük haline getirmenin ne kadar manasız olduğunu vuruyor insanın yüzüne. Filmden çıkardığım en büyük ders bu diyebilirim.

İlk başlarda oğlanın kadına âşık olup olmadığını anlaşılmıyor. Adam geçmişinde ailevi büyük sıkıntılar yaşamış ve hayata karşı kaya gibi durmayı öğrenmiş birisi. Duygularını belli etmiyor haliyle. Sıfırdan başlayıp bir yerlere gelirken diğer yandan da bu hırsını hayatına giren bir kadın soğutmaya başlıyor. Adam hayatın vicdansızlığından yakınırken kadına ona vicdan oluyor ve nefretini salıvermesi için geçmişiyle yüzleştiriyor. Bu olay adamın yavaş yavaş mizacı değiştirirken, kadın da bir değişime giriyor. Daha sonra kadının değişimi filmin merkezine oturuyor. Oyuncular bu değişimi çok iyi canlandırmış. Adamın o sert bakışlarının gittikçe yumuşaması, kadının o heyecan dolu alev alev gözlerinin ferinin gittikçe sönüşü. İlk başlarda âşık olup olmadığını bilmediğimiz, duygularını belli etmeyen bu adamın daha sonra ne büyük bir âşık ve ne duygusal bir adama dönüştüğüne hayranlıkla tanık oluyoruz. Kadının ise o capcanlı, o içi içine sığmayan halinden, gittikçe durgunlaşıp, ruhu uçup gitmiş bir hale dönüşüne de hayranlıkla tanık oluyoruz.

Yani beni benden alan başlıca unsur oyunculuklar oldu diyebilirim. İlk başlarda adamın değişik mizacı ile film sizi bağlıyor. Komik sahneleriyle, romantizmiyle klasik bir aşk gelişimi ile başlıyor. Daha sonra kadının hafızasının kaybetmesi ile bir anda film drama dönüyor. Yaz başlayıp kış biten bir film. Haliyle finali de daha vurucu oluyor. Ama benim özellikle dikkatimi çeken karakterlerin bu değişimi gayet iyi yansıtması. Olayların değişimini daha vurucu hale getiriyor bu.

Ben hüngür hüngür ağlamadım. Ama baya etkilendim. Kadının evi terk ederken bıraktığı mektubu adam okurkenki sahnede fena oldum. Bir diğeri; kadının altına kaçırması üzerine adamın düştüğü o çaresizlik üzdü beni. Bir de filmin sonundaki market sahnesi de etkileyiciydi.

Daha nice detayları olan bir film aslında da benden bu kadar.

25 Eylül 2011 Pazar

opeth - heritage


Opeth’in gittikçe progressive müziğe kayışının son noktası sanırım bu albüm. Birlikte çıkan Deliverance ve Damnation albümleri Opeth dinleyicisini ikiye ayırdı adeta; Deliverance'çiler ve Damnation'cılar olarak. Ben iki albümü de çok beğenmiştim, böylesi iki farklı müziği bir arada yapabilen Opeth’e hayranlığım bir kat daha artmıştı. Bu albümlerden sonra da bu mukayese devam etti aslında. Yaptıkları albümler biraz Deliverance biraz Damnation havası hatta bir parçada ondan bir parçada bundan şekilde ayrıma tabi tutuldu dinleyiciler tarafından. 
 
Yıl 2011 oldu ve Opeth Heritage albümünü çıkardı. Şimdi yorumlara bakıyorum da “Damnation'cılar sevindi hadi” şeklinde hala bir ayrımdır gidiyor. Ben çok alakasız buldum. Bu albüm bambaşka bir albüm zira. Progressive teması tamamen değişmiş, kendine has yeni bir yol açmışlar. Bunda grup elemanlarının hemen hemen tamamının değişmiş olmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama özünde Opeth hala Opeth çünkü Mikael Akerfeldt var, prodüksiyon, mix, mastering gibi işlerde hala Steven Wilson'ın katkısı devam ediyor.


Fakat eksiklik de var maalesef. En sevdiğim davulculardan birisiydi Martin Lopez. Bu albümde olsaydı yine harikalar yaratırdı eminim ki. Hep arayacağım sanırım onu. Ama her ne kadar grup elemanları değişmiş de olsa müziğin beyini, yani Mikael hala üretiyor ve biz dinlemeye devam ediyoruz. İki gündür sadece bu albümü dinliyorum. Yıllarca dinleyecek bir albüme daha kavuştum sanırım.

Tracklist;

01. heritage
02. the devil's orchard
03. i feel the dark
04. slither
05. nepenthe
06. haxprocess
07. famine
08. the lines in my hand
09. folklore
10. marrow of the earth

The Devil's Orchard





23 Eylül 2011 Cuma

sound of noise

2010 İsveç yapımı değişik bir film. Sanat kapitalizmi yapan elitlerin salon müziklerine karşı hayatın ritmini irca eden bir grup anarşist müzisyenin hikâyesi. Özgün bir senaryo. Eğlenceli de bir film. Fakat eğlencenin yanı sıra bağıra bağıra isyanını da duyuruyor hani.
Müzik sestir işte ve hayatın ritminden yaratmıştır insanoğlu onu. Tüm matematiğiyle beraber bunu kalıplara sokarak insanlıktan uzaklaştırmak, onu hayattan koparıp salonlara hapsetmek ne felaket aslında. Dört duvar arasında yaşadığımız şu hayatı işte bu ve bunun gibi unsurlarla sağlamıyorlar mı zaten. İşte bu anarşik gençler duvarları yıkıp dışarı çıkıyorlar ve hayatın müziğini yapıyorlar; tüm şehre inat bağıra bağıra! Müzik yaparken kullandıkları her bir objenin müzik emperyalizmine karşı imgesel bir tepkisi var.
Bu filmi izlerken aklıma bir dönem Anadolu’da Türk Sanat Müziğinin yasaklanış öyküsü geldi. Evinde bağlama çalan adamı jandarmalar tutuklayıp götürüyorlarmış. O dönemde radyoda (trt) klasik müzik çalıyormuş. Ama bunlar tutmamış tabi Türk Sanat Müziği hala yaşıyor. Hayatın içinden gelmiş bir müzik neticede, kökleri çok eskilere dayanıyor. Pek dinlemesem de saygım sonsuzdur.
Filmin Fragmanı da şahane;

Hastanede Yapılan Müzik;

Filmin kapanış soundtrack'i (Electric Love);

20 Eylül 2011 Salı

dead man's shoes

2004 yapımı, yemyeşil İngiliz kırsalında geçen bir dram. Bol bol cinayetin olduğu bir intikam öyküsü. Baştan sonra gözlerimi açmış öylece izledim. Çok garip. Her şey gayet dingin bir şekilde oldu ve bitti gibi sanki. Evet, cinayetler filan hepsi öylece oldu işte. Şaştım kaldım. Sürükleyiciydi de ama tepki göstermeden sürüklendim. Film öylece üstümden geçip gitti. Bittiğinde de bakakaldım öylece. Böylesi güzel bir finale bile tepkisiz kaldım. Hâlbuki senaryo çok rahatsız ediciydi. Nasıl böyle oldu anlayamadım.
Sanırım beni oyunculuklar etkiledi. Her bir karakter tip olarak da özenle seçilmiş adeta. Karakterlerini gayet iyi canlandırmışlar. Uyuşturucu sahnelerinde kafaları uyuşmuş bir şekilde ortalıkta gezerken benim de kafam uyuştu resmen. Trainspotting’deki o etkiyi hissettim bu filmde de.
Müzikleri ise kusursuzdu yani. Bu kadar şiddetli olaylar cereyan ederken müzikler öyle ağır, öyle etkileyiciydi ki sanırım bu müzik uyuşturdu işte beni. Bu filmin akışında müziklerin çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Değişik bir deneyim oldu diyebilirim ve izlemeyenlere tavsiye ederim.

Filim ile hiç alakası olmasa da, bu film hakkında yazılanları araştırken bir parçaya denk geldim onu da paylaşayım sizlerle;

18 Eylül 2011 Pazar

12 angry men

1957 Yapımı siyah beyaz bir film. İzlemeden önce hakkında bildiğim şey şu; 12 adam bir odada 1,5 saat tartışıyorlar. Yahu sıkıcı olur bu film diyerek doğrudan ön yargıda bulundum. Film de ön yargıyı işliyormuş iyi mi. Böylece ders oldu bana da.

Bir cinayet davası var ve 12 kişilik jüri karar verecek. Cinayet delilleri ve tanık ifadeleri doğrudan cinayeti bir çocuğun işlediğini gösteriyor. Öldürülen kişi de çocuğun babası. İlk oylama yapılıyor ve 11 kişi çocuğu suçlu bulurken aralarında 1 kişi suçsuz diyor. Suçsuz olduğuna inandığı için değil, sadece hemen karar verilmemesi ve olayın masaya yatırılması gerektiğini düşündüğü için suçsuz diyor. Zaten o da suçlu yönünde oy kullansa film orada biterdi değil mi? Daha sonra bu 12 adam tartışıyorlar ve beklenildiği üzere en sonunda 12 kişi çocuğun suçsuz olduğu yönünde hüküm veriyor. Film böylece insanların düşünmeden verdikleri kadarların yanlış olabileceğine, basit bir önyargının masum bir insanın ölümüne bile sebep olabileceğine dair ders veriyor izleyiciye.

Yalnız ben filmin bir anında garip bir beklentiye girdim. Filmin daha başından nasıl biteceği belli; adam orada boşuna çıkıntılık yapmamıştır herhalde diyor insan. Ama bir yerde 'acaba' dedim. Şöyle ki; film ilerliyor ve sonlarına doğru teker teker tüm deliller çürütülürken hala çocuğun suçlu olduğuna inananlardan birisi çıkıp cinayet anını gördüğünü söyleyen kadının ifadesini nasıl çürüteceksiniz diye soruyor jüriye ve kadının ifadesini destekler savlar öne sürüyor. Bunun üzerine suçsuz oyu kullanan birisi de kararını değiştirip çocuk suçlu diyor. İşte filmin tam bu noktasında işler tam tersine mi dönecek, yoksa çocuk suçlu mu çıkacak, yoksa sürpriz bir finale mi doğru gidiyoruz derken bunların hiç biri olmuyor. Bu da çürütülüyor ve 12 jüri üyesi de suçsuz hükmü veriyor. Film de böylece beklendiği gibi bitiyor.

Ama filmi sıkılmadan izlediğimi söyleyebilirim. Sadece biraz fazla bir beklentiye girdim sanırım. Bu da imdb’de 8,9 puanla 6. sırada olmasından olsa gerek. Bir odanın içinde 12 adam ile bu kadar sürükleyici bir filmin ortaya çıkması gayet şaşırtıcı ve takdir edilesi buna şüphe yok.

good bye lenin

Almanya’da doğu - batı (komünizm – kapitalizm) ayrımı olduğu dönemden, Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla doğu bloğunun (komünizm) çöküşüne bir ailenin gözünden tanık olduğumuz harikulade bir film. Bu perspektif, değişimin insani yönlerini gözlemlemek açısından gayet başarılı. Gerçekleşen dönüşümü ve bunun adaptasyon süreci çok doğal bir şekilde, duygusal – mizah geçişleriyle şahane işlenmiş. Senaryo zaten çok oturaklı ve özgün.
Yönetmenin bakış açısının biraz daha komünizm’den yana olduğu filmdeki kapitalizm eleştirilerinden belli olduğu halde bunda aşırıya kaçılmamış, hatta baskıcı komünizm de filmde mizah unsuru yapılıp eleştiriden nasibini almış. Bu açıdan iki farklı ideolojinin de uç noktalarda ne berbat olduğu izleyicilere gösteriliyor.
-v- spoiler -v-
Komünizm döneminden komaya girip, kapitalizm döneminde uyanan bir anneye çocuğunun yaptığı fedakârlık çok etkileyici gelmiştir sanırım izleyicilere. Anne komaya girmeden önceki rejimde birçok iş yapmış, ideolojinin sıkı savunucularından biri. Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte değişim o kadar çabuk gerçekleşiyor ki birkaç ay sonra komadan çıkan anne bambaşka bir dünya’ya uyanıyor. Çocuğu bir düzen kuruyor ve yatalak olan annesinin değişen dünyadan haberdar olmaması için elinden geleni yapıyor. Değişimin gerçekleşme hızı, çocuğun annesi için kurduğu düzeni zar zor yaşatmasına sebep oluyor. Bu arada hüzün dolu olaylar, komik durumlar birbirini izliyor tabi.

Çocuğun (Alex) kurduğu bu düzen içinde yönetmenin verdiği bir mesaj da sezinlenmiyor değil. Alex’in bu fedakârlığı yaparkenki kurduğu düzen, aslında kafasındaki düzen gibi. Komünizm hızla çöküp, Kapitalizm hızla onun yerini alırken siyahtan – beyaza dönüşümün griliği hiç görünmüyor bile. Her şey bir anda gerçekleşiyor. Alex'de adeta değişimi yavaşlatma gayretinde gibi. İşte filmdeki karakter Alex’in düşüncesinde (ki bu yönetmenin düşüncesi sanırım) bu gri ideoloji varmış gibi bir izlenim oluştu bende.
-^- spoiler -^-
Çok detayı olan bir film aslında ve yazılacak çok şey var da saat geç oldu. İzlemeyenlere tavsiye olunur. İzleyenlerle de üzerine konuşmaktan zevk duyarım.
Filmin müzikleri çok tanıdık; Yann Tiersen yapmış. Sanki yeni değil de doğrudan Amelie filminde kullanılanlardan alınmışlar gibi geldi bana.

Filmden etkileyici bir kare ile bitiriyorum;
Doğu Almanya'nın çöktüğünden haberdar olmayan kadının karşısına bir anda yerinden sökülmüş kocaman bir Lenin heykeli çıkıyor.

15 Eylül 2011 Perşembe

la science des reves ( the science of sleep )

Dün negatif ile tekrar izlenmesi gereken filmlerin kritiğini yaptık. Benim de aklımda Michel Gondry’nin Tokyo! filmini izlediğimden bu yana The Science of Sleep’i izlemek vardı. Hatırlıyorum da birkaç yıl önce bu filmi ilk kez izlediğimde tekrar tekrar izleyeceğimi vaat etmiştim kendime ama ancak bugün izleyebildim işte.

Yaratıcı, acayip, sevimli, komik, eğlenceli, rengârenk, romantik, duygusal yani ne desem bilemiyorum ki bu film için. Çok şirin nesnelerle yapılmış imgeleriyle, çok değişik sahneleriyle, tuhaf karakteriyle her şeyiyle bambaşka, fantastik bir film. Çok özel bir yeri var bende. Şimdi tekrar izledim ama sonrasında yine tekrar izleyeceğimi vaat ettim kendime. Ama bu sefer arayı fazla açmamalıyım.

Her izlediğimde masallar âlemine dalıyorum. Rüya ve gerçeklik arasında gidip geliyorum tıpkı Stephane gibi. Kartondan yapılmış bir dünyaya seyahat ediyorum. Jelâtinden yapılmış bir denizin üzerinde, içinde orman olan bir kâğıt gemiye biniyorum midilli atıyla ve pamuktan bulutları olan bir gökyüzünün altında ilerliyorum.

Tıpkı Stephane’nın ki gibi rüyalar görüp de rüya ile gerçeği ayırt etmemeyi diliyor insan. Öylesi bir dünya ki; rüyada mı filmde mi izleyici de biraz bunu ayırt edemiyor adeta.

days of the new - the downtown


Last.fm'e baktım neler dinlemişim ben diye ve gördüm ki listenin başında sabahlarımın vazgeçilmezi olan bu parça var. Şaşırmadım çünkü birkaç yıldır düzenli olarak dinliyorum bu parçayı. Paylaşayım dedim blog da. Dinleyenler yorum yaparsa sevinirim. Garip bir şekilde son yıllarda bu tarzdan uzaklaşmış da olsam bu parça peşimi bırakmıyor.



orijinal kayıt;



bu da konser kaydı gibi bişey (ses kalitesi biraz kötü yalnız);


Sözleri de şöyle oluyor;

"The Downtown"

I know a town where people are running
Away from life - it seems always funny
They think they are smart
Don't doubt what they say
Scared of a change
Existing only

To bring me down

Thoughtless in heart - desperate in honesty
Failed from the start - wasted and suffering
Supply them their drugs - just don't take them away
Scared of a change
Existing only

To bring me down

I don't feel like i should even worry about you
But i take the time and you push me away
I don't care too much no more
I always seem to waste my breath
Go my own way

Bring me down
Yeah, bring me down

13 Eylül 2011 Salı

daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama

Başlık Zafer Ekin Karabay isimli güzel bir adamın intihar mektubunun son satırlarından. Hayatı yaşamış ve her şeyin farkına varmış bir şair o. Nilgün Marmara’nın deyimiyle; ‘Hayatın neresinden dönülse kârdır’. ‘Ey iki adımlık yer küre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben...’ O da kader arkadaşı gibi hayatın tüm arka bahçelerini görmüş bir adamdı.

Dünyanın bütün arka bahçelerini görüp de onu terk etmeyi seçen şairler bir mihenk taşıdır. Onlar insanlığımızın ne kadar aşağılık, ne kadar yalancı olduklarını ve ne kadar pislik biriktiğini her zaman yüzümüze vuracaklar. O bu dünyayı değiştiremeyeceğini biliyordu. Örnek aldığı yol göstericileri de bu dünyayı değiştirememişlerdi ya zaten. Şöyle demişti; "mevzu dünyayı değiştirmek değil, o irade ile yaşamak". İradeliydi. Ama bu iradesi yaşama değil ölümüne yetti ancak. İntihar edeceği günü bile ilan etmişti herkese. Ama o kadar bile katlanamadı. Daha erken bir zamanda terk ettiği bu katlanılmaz dünyayı. Daha kötüsü şiir kitabının çıkmasını bile beklemedi. Kitabı bile olmayan bir şair olarak gitti.

O toplumsal şiirler yazan bir adamdı. Yara bandı satan bir kız için, gündeliğe giden bir kadın için şiirler yazmıştı. Ve hayatın çürümüşlüğünü öyle kendi kabuğunda, çok uzak dünyalardan değil, içimizde, bizimle görmüş, yaşamış ve arka bahçelerini bellemiş biriydi. Onların acıları pahasına mutlu olamamıştı işte bir türlü. Hayatın acıları karşısında insanın hafifliğini kabul etmedi. “Hayat işte ne yaparsın” diyerek geçiştiremedi. Güzel bir eşi vardı, iyi bir üniversitede akademisyendi, güzel dostları vardı yani her şeyiyle “varlıklı” bir adam olarak görülebilirdi dışarıdan. Ama kendisi yoktu, kendini var edememişti.

O daha gencecik yaşında dünyayı bırakırken, son demlerini sürdürdüğü hayatındaki ailesi, dostları bir gün gideceğini biliyorlardı. Öyle bir anlık cinnet değildi onun gidişi. Göz göre göre, göstere göstere gitmişti. Kendiyle barışıp, haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etti.


9 Eylül 2011 Cuma

el secreto de sus ojos ( the secret in their eyes )

Gözler ve bakışlar, aşk ve korku, adalet ve intikam, tutku ve zaaflar. Çok dolu bir film. Gerçekleşen bir cinayet ve bunun adalet arayışı. Adaletin terazisini saptıran bir sistem. Bu adaleti sağlamak için mücadele eden bir grup insan. Tipik bir polisiye gibi geliyor değil mi? Ama polisiye denince akla gelen Hollywood klişeleri yok bu filmde. İnsancıl inceliklerle işlenmiş. Tipik polisiye filmlerindeki şaşırtmacalar yok. Olaylar gayet sade, gayet olağan bir şekilde gelişiyor. Merak ile bağlamıyor seyirciyi. Daha çok süreçler üzerinden bağlıyor. Hollywood filmleri öyle bir hale getirmiş ki bizi; cinayetin çözümü aşamaların her bir basamağında bir sürpriz bekliyoruz. Fakat burada her şey olması gerektiği gibi. Her şeyin temelinde insancıl sebepler var. Tutkular var, zaaflar var ve bunları ele veren gözler var. Kanıtlar öyle klişe olmuş ileri teknoloji teknikleriyle filan değil, gayet insancıl bir yöntemle; gözlerle açığa çıkıyor. Sebep – sonuç ilişkilerinin bağlayıcı unsurları hep insani sebepler. Polisiye bu filmin görünen yüzü, işlenen ise insanı insan yapan değerler.


İnternette yorumlara şöyle bir baktım da herkes stadyum sahnesinin şahaneliğinden bahsediyor. Görsellik açısından tabi şahane. Fakat beni en çok etkileyen sahne yukarıdaki asansör sahnesi. Çok anlamlı.

8 Eylül 2011 Perşembe

manasız yazı

Bir şeyler yazayım dedim. Ama bir yandan o kadar üzgün diğer yandan o kadar asabiyim ki. Ne yazsam felaket bir şey olacak. Hayat gerçekten çok berbat ve yaşamaya değer hiçbir şey yokmuş gibi. Böyle dediğim zaman ne kadar aciz bir konuma düşüyorum değil mi? Uzun zamandır böyleyim ben. Benim kadar aciz birisinin söyleyeceği bir şeyi olmamalı belki. Yazmamalıyım. İnsanların boş yere gözlerini yormamalıyım. İnsanlar eğlenecekleri bir şeyler okumak isterler. Ben de yazıyorum. Boşuna. Bunu yaparken bir zevk alıyor muyum? Bilmiyorum ki. Yaptığım hiçbir şeyden zevk almıyorum ya zaten. Film mi izlemişim, onun hakkında düşüncelerimi mi yazmışım? Hadi oradan. Ben o filmi defalarca durdurup, sıkıla sıkıla izlemişimdir kesin. Ağlaya ağlaya komedi filmi izliyorum ben. Kitap mı okumuşum? Her bir sayfasını ağlaya ağlaya okumuşumdur ben onun. Anlamış mıyımdır? Anlamışımdır bir şeyler. Ne fark eder ki anladıysam da. Oradan çıkartacağım anlam neyi değiştirecek ki hayatımda? İzlediğim filmlerdeki hayatlardan bana ne? Yüzlercesini izlesem ne olacak? Hayatım oradaki hayatlara mı benziyor sanki? Ya da hayatım oradaki hayatlara mı benzeyecek sanki? Sahi ne buluyorum ki ben o hayatlarda? Tutunamayan hikâyelerinden bile sıkıldım artık. Onlarda bile bulamıyorum kendimi, orada bile yok karşılığım. Tüm insanlık serüvenini çizmiş insanoğlu. Ben bu serüvenin neresindeyim? Ben bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? Biliyorsanız değerlendirin; 10 üzerinden 2 mi? Sen 3 mü verirsin? Ben kendime bir şey biçemiyorum. Biçimsizim. Kendimi insanların yanında ne konuma koymalıyım? Bilemiyorum ki. Konumsuzum. En yakın arkadaşlarımla bile konuşamıyorum artık. Ne anlatacağım ona? Kendimden mi bahsedeyim? Neyim ki ben? Öylece dinlerim ben sadece. Herkes anlatsın ben dileyeyim. Kitap okuyup, film izleyeyim ki bir şeyler anlatsınlar bana hep. Arada ben kendimden de bahsedeyim mi? Neyinden bahsedeceğim? Neyim ki ben? Havadan sudan konuşalım mı? Nasılsın? İyiyim. Havalar da pek sıcak. Bu kadarım ben işte. Sahi insanlar aralarında ne konuşurlar? Tüm insanlığın serüvenini havadan sudan konuşarak çizmemişsinizdir herhalde? Herkes konuşsun. Ben susayım. Ve ben yazmamalıyım aslında. Neye yarar ki böyle yazmak? Kendim olmadan mı yazayım. Kendim olmadan yaşadığım bir hayatı kendim olmadan yazabilirim ya ancak. Her şey çok manasız. Her şey insanın kendinde bitiyor derler ya. Ben de manasızım.

4 Eylül 2011 Pazar

tokyo!

Güzel bir film izledim bugün. Aslında bir değil üç film izledim. Bir film diye başladım üç film çıktı. Nar hesabına döndü benimkisi :) Enteresan bir durum tabi. Şimdi şöyle oluyor ki; ben bu filmi Michel Gondry’nin izlemediğim filmi kalmasın diye indirmiştim öyle. İndirirken de fark ettim ki Leos Carax ve Joon-Ho Bong isminde iki kişi daha yazıyor yönetmen olarak. (bkz: imdb) Ama Michel Gondry daha önceki filmlerinde de bazı yönetmenlerle çalışmıştı. Misal en meşhurlarından Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminde Charlie Kaufman’la birlikte senaryoyu yazmışlardı. Bu da o tür bir şeydir diye düşünmüştüm. Meğer üç ayrı yönetmen üç ayrı film yapmışlar. İsminin Tokyo olması, filmdeki üç hikâyenin de Tokyo’da geçmesinden mütevellitmiş. Ama öyle Paris I Love You’daki gibi birbiriyle iç içe geçmiyor anlatımı. Birisi bitiyor ötekisi başılıyor. Çok garip, ilk kez böyle bir film izledim.
Fakat üç hikâyenin üçü de birbirinden güzel. İçeriğine pek girmek istemiyorum zira izlemeyenlerin mutlaka izlemelerini tavsiye edeceğim. Çok enteresan imgeler var. Çok komik sahneler var. Birçok şey var yani filmde/filmlerde.