12 Eylül 2019 Perşembe

Hayatına Anlam Katan Bir Hikayeye Sahip Bireyler, Hayata Karşı Daha Metanetli Olabiliyor



Hayatın tüm amacının mutluluğun peşinden koşmak olduğunu düşünürdüm. Herkes mutluluğa giden yolun başarı olduğunu söylüyordu, bu yüzden o kusursuz işi, mükemmel erkek arkadaşı ve güzel daireyi aradım. Fakat tatmin olmuşluk duygusu yerine kaygılı ve sürüklenmiş hissettim. Tek başıma değildim; arkadaşlarım da bununla mücadele ettiler. Sonunda insanları gerçekten neyin mutlu ettiğini öğrenmek için üniversiteye pozitif psikoloji okumaya gitmeye karar verdim. Orada keşfettiğim şey ise hayatımı değiştirdi. Veriler mutluluk peşinden koşmanın insanları mutsuz edebildiğini gösteriyor. Bende şok etkisi yaratan şey ise şuydu: İntihar vakaları tüm dünyada artıyor ve Amerika'da son zamanlarda 30 yılın en yüksek oranı ölçüldü. Hayat akla gelen her standarda göre nesnel olarak daha iyi olsa da daha çok insan umutsuz, yalnız ve mutsuz hissediyor. İnsanların içini kemiren bir boşluk var ve bunu hissetmek için klinik depresif olmanıza gerek yok. Eninde sonunda bence hepimizin merak ettiği: Her şey bundan ibaret mi? Araştırmaya göre bu çaresizliği öngören şey mutluluğun eksikliği değil. Bu başka bir şeyin eksikliği, hayattaki anlam eksikliği. Bu da bazı soruları beraberinde getirdi. Hayatta mutlu olmaktan fazlası var mı? Mutlu olmak ve hayatın anlamı olması arasındaki fark ne? Pek çok psikolog mutluluğu, o andaki iyi hissetme ve rahatlık hali olarak tanımlıyor. Ancak anlam daha derin. Ünlü psikolog Martin Seligman'e göre anlam, kendinin ötesinde ki bir şeye hizmet etmekten ve ait olmaktan ve içindeki en iyiyi geliştirmekten geliyor. Kültürümüz mutlulukla saplantılı ama anlam aramanın daha tatmin edici bir yol olduğunu gördüm. Araştırmalar gösteriyor ki hayatının anlamı olan insanlar daha metanetli, okulda ve işte daha iyiler ve hatta daha uzun yaşıyorlar. Bunların hepsi beni düşündürüyor: Hayatımızı nasıl daha anlamlı yaşayabiliriz? Cevabını bulmak için beş yılı yüzlerce insanla röportaj yaparak ve binlerce psikoloji, nöroloji ve felsefe kitabı okuyarak geçirdim. Hepsini bir araya getirerek anlamlı bir hayatın dört kolonu diye adlandırdığım şeyleri buldum. Biz de bu kolonların bir kısmını veya hepsini hayatımıza uyarlayarak hayatımıza anlam katabiliriz. İlk kolon ait olma. Aitlik, size siz olduğunuz için değer veren ve sizin de değer verdiğiniz insanlarla ilişki içinde olmanızdan gelir. Yine de bazı grup ve ilişkilerde ucuz bir aitlik söz konusudur: İnandığınız şeye göre değer görürsünüz, nefret ettiğiniz kişiye göre, olduğunuz kişiye değil. Gerçek aitlik sevgiden doğar. Bireylerin arasındaki her anda hayat bulur ve bir seçimdir, aitlik duygusunu paylaşacağınız kişiyi seçebilirsiniz. İşte size bir örnek. Her sabah arkadaşım Jonathan New York'taki aynı sokak satıcısından bir gazete alıyor. Yalnızca bir alışveriş gerçekleşmiyor ama. Konuşmak için bir dakika ayırıyorlar ve birbirlerine insan gibi davranıyorlar. Bir keresinde Jonathan'da bozuk para yoktu, ve satıcı dedi ki "Dert etmene gerek yok." fakat Jonathan ödemek için ısrar etti, bu yüzden dükkana gitti ve bozukluğu tamamlamak için ihtiyacı olmayan bir şey aldı. Satıcıya parayı verdiğinde satıcı geri çekildi. İncinmişti. İçten bir şey yapmaya çalışıyordu ama Jonathan onu reddetti. Bence hepimiz insanları farkında olmadan küçük yollarla incitiyoruz. Ben de öyle. Tanıdığım birinin yanından geçiyorum ve tanımıyor gibi yapıyorum. Biri benimle konuşurken telefonuma bakıyorum. Bunlar başkalarına değer vermemektir. Onları görünmez ve değersiz hissettir. Ancak sevgiyle yaklaştığınızda, ikinize de iyi gelen bir bağ kurulur. Pek çok insan için aitlik anlamın en önemli kaynağıdır, aile ve arkadaşlarla olan bağlarımız. Kimileri içinse ikinci kolon, yani amaç önemlidir. Amacınızı bulmakla sizi mutlu eden işi bulmak aynı şey değildir. Amaç ne istediğinizle değil, ne verdiğinizle ilgilidir. Bir hastane çalışanı bana amacının hastaları iyileştirmek olduğunu söyledi. Pek çok aile şöyle der: ''Amacım çocuklarımı yetiştirmek.'' Amaçta önemli husus güçlü yanlarınızı başkalarına yardım etmede kullanmanız. Elbette pek çoğumuz için bunun yolu işten geçer. Bu sayede katkı koyar ve ihtiyaç duyulduğumuzu hissederiz. Ancak bu da şu anlama gelir, iş yerinde soyutlanma, işsizlik, iş gücüne az katılım gösterme gibi sorunlar yalnızca ekonomik değil, aslında varlığımızla da ilgilidir. Yapacak önemli bir şey olmadan insanlar bocalar. Tabii iş hayatında amaç bulmak zorunda değilsiniz ama bu size yaşayacak bir sebep, sizi ileriye taşıyacak bir neden sunar. Anlamın üçüncü kolonu da kendinizi aşmakla ilgili ama tamamen farklı bir şekilde: aşkınlık. Aşkınlık durumları kendinizi günlük hayat karmaşasından çok üstte hissettiğiniz o nadir anlardır, benliğiniz solmaya başlar ve çok daha yüksek bir gerçeklikle bağ kurarsınız. Konuştuğum birine göre, aşkınlık sanat görmekten doğdu. Bir diğeri için kilisede bulunmak. Benim içinse, yazı yazarak, çünkü ben yazarım. Bazen öylesine kapılıyorum ki zaman ve mekan hissimi kaybediyorum. Bu aşkınlık tecrübeleri sizi değiştirebilir. Bir çalışma gereği öğrenciler bir dakika boyunca 6 metre boyundakiokaliptus ağaçlarına baktı. Sonrasında daha az bireysel hissetiler ve birine yardım etme fırsatı doğduğunda daha cömert davrandılar. Aitlik, amaç, aşkınlık. Belirlediğim dördüncü kolon insanları şaşırtıyor genelde. Dördüncü kolon hikâyenizi anlatmak, kendinize kendinizle ilgili anlattığınız hikâye. Hayatınızda yaşananlardan bir anlatım çıkarmak belirginlik kazandırır. Nasıl kendiniz olduğunuzu anlamanıza yardım eder. Kendi hikâyelerimizin yazarı olduğumuzu ve bunu anlatış şeklimizi değiştirebileceğimizi unutuyoruz. Hayatınız bir dizi olaydan ibaret değil. Hikâyenizi düzenleyebilir, yorumlayarak yeniden anlatabilirsiniz, gerçeklere bağlı olsanız bile. Emeka adında genç bir adamla tanıştım, futbol oynarken felç kalmıştı. Kaza sonrası kendine şöyle diyordu: ''Futbol oynarken hayatım harikaydı ama şimdi bir bakın bana.'' Bu tür hikâyeler anlatan insanlar... ''Hayatım güzeldi, artık değil.'' daha gergin ve mutsuz olma eğilimindeler. Emeka da bir süre böyleydi fakat zamanla yeni bir hikâye örmeye başladı. Yeni hikâyesi şöyleydi: ''Kazadan önce hayatım amaçsızdı. Sürekli parti yapan bencil bir adamdım fakat bu kaza daha iyi bir insan olabileceğimi gösterdi.'' Hikâyesindeki bu değişiklik Emeka'nın hayatını değiştirdi.Kendisine bu hikâyeyi anlattıktan sonra çocuklara rehberlik yapmaya başladı ve amacının ne olduğunu keşfetti: başkalarına yardım etmek. Psikolog Dan McAdams bunu ''Telafi hikâyesi'' olarak adlandırıyor; iyi bir şeyin kötü bir şeyin yerini alması. Ona göre, hayatlarında amaç olan insanlar telafi, olgunluk ve sevgi ışığında hikâyelerini anlatıyorlar. Peki insanlara hikâyelerini değiştirten şey ne? Kimisi bir terapistten yardım alır bunu kendi başınıza da yapabilirsiniz, sadece hayatınızı gözden geçirerek, tecrübeleriniz sizi nasıl şekillendirdi, ne kazandınız ve kaybettiniz, Emeke işte bunu yaptı. Hikâyeniz bir günde değişmeyecek: Yıllar sürebilir ve çok zor olabilir. Sonuçta hepimiz acı çektik ve hepimiz mücadele ediyoruz. Fakat acı veren o anıları sahiplenmek bize anlayış ve bilgelik kazandırabilir, böylelikle bizi ayakta tutan iyiyi bulabiliriz. Aitlik, amaç, aşkınlık ve hikâyenizi anlatmak: İşte anlamın dört kolonu. Ben henüz gençken, bu kolonların hepsi ile çevrili olma şansına sahiptim. Ailem Montreal'deki evimizden bir Sufi kilisesi işletiyordu. Sufizm semazenler ve şair Rumi ile ilişkilendirilen dini bir felsefe. Haftada iki kez sufiler evimize gelir, meditasyon yapar, fars çayı içer ve hikâyelerini paylaşırlardı. Felsefeleri ayrıca yaşayan her şeye sevgiyle yardım etmeyi kapsıyordu, bu da insanlar size yanlış yaptığında bile nazik olmak anlamına gelir. Bu onlara bir amaç veriyordu: egolarını kontrol etmek. Sonunda üniversite için evden ayrıldım ve hayatımda Sufizm olmadan kendimi boşlukta hissettim. Hayatı yaşamaya değer kılan o şeyleri aramaya koyuldum. Beni bu yolculuğa çıkaran şey bu. Şimdi geriye bakınca, Sufi kilisenin gerçek bir anlam kültürüne sahip olduğunu görüyorum. Kolonlar mimarinin bir parçasıydı ve onların varlığı daha derin yaşamamızı sağlıyordu. Elbette aynı prensip diğer güçlü topluluklar için de geçerli... iyi olanlar ve kötü olanlar. Çeteler, dini örgütler: Bunlar kolonları kullanan anlam kültürleri ve insanlara yaşamak ve ölmek için sebep veriyorlar. Bu yüzden de toplum olarak daha iyi alternatifler sunmamız gerek. Bu kolonları aile ve kurumlarımız içinde oluşturmalıyız, insanlara en iyi benlikleri olmalarında yardım etmeliyiz. Anlamlı bir hayat yaşamak uğraş gerektirir. Bu devam eden bir süreç. Her geçen gün sürekli hayatımızı oluşturuyoruz, hikâyemize katkı yapıyoruz. Bazen amacımızdan savrulabiliriz. Bu benim başıma geldiğinde, Babamla geçirdiğim güçlü bir deneyimi hatırlıyorum. Üniversiteden mezun olduktan birkaç ay sonra, babam onu öldürebilecek ciddi bir kalp krizi geçirdi. Ölmedi ve ona ölümle yüzleştiğinde ne düşündüğünü sordum, tek düşündüğü şeyin yaşamaya ihtiyaç duyduğu bizi bırakmak istemediğini söyledi. Bu ona hayatı için yaşama iradesi vermişti. Acil ameliyat için uyutulurken,10'dan geriye saymak yerine, bizim isimlerimizi tekrar etti. Eğer ölecek olursa, söylediği son şeylerin isimlerimiz olmasını istedi. Babam mobilyacı ve bir Sufi. Mütevazı bir hayat ama güzel bir hayat. Orada ölümle yüzleşirken yaşamak için bir sebebi vardı: Sevgi. Ailesine duyduğu aitlik, baba olarak amacı, aşkınlık meditasyonu, isimlerimizi tekrar etmesi... bunlar onun hayatta kalmasının sebepleri. Kendisine anlattığı hikâye bu. Anlamın gücü bu. Mutluluk gelip geçicidir. Hayat gerçekten güzel ama bir şeyler kötü giderken amacın olması size tutunacak bir şey veriyor.

25 Ekim 2015 Pazar

knight of cups

insanlığımız düşünsel açıdan gittikçe "an" ların ifade ettiği anlamlarından çok, geçmişten ve gelecekten kendisini soyutlayarak, tam manasıyla "an"ın içinde bulunabilmenin önemini kavrıyor gibi sanki. inşa ettiğimiz dünya düzeni, bizlerin ayrılmaz bir parçası olarak işleyen bir düzen sonuçta ve bu geçmişten aldığı mirasından, gelecekten doğan beklentilerinden soyutlanamaz. kaynağı ve varlık amacı da bu şüphesiz. bizler ise bu dünya düzenin bir parçası olarak düzeni mi yaşıyoruz yoksa düzeni mi yaşatıyoruz bilemeyiz. iş hayatlarımız, eğlence hayatlarımız, insan ilişkilerimiz, tüm bunların bir normali var ve bizler de normal bir birey olma yolunda kendimizi eğitiyor, bunu yaşatıyoruz. peki biz yaşıyor muyuz? yaşamak genel bir durum mudur yoksa çok özel bir durum mudur? peki hangimiz özeliz? hangimiz hayatında çok özel bir şey yapabiliyor? hangimiz nihayetinde çok özel bir hayat yaşadım diyebilecek?

aslında hepimiz kabulleniş içerisindeyiz. herkes gibi doğduk, herkes gibi yaşıyoruz ve herkes gibi öleceğiz. fakat diğer yandan aslında hepimiz biliriz ki hayat çok özeldir, bir incidir veya belki de bir inciye erişme çabasıdır. cesaretimiz yoktur sadece, bu yüzden de bunu görmezden geliriz.

hayattaki özeli bulmak için aramak, aramak için ise öncelikle bir takım şeyleri aşmak gerekir. çünkü alıgıda seçicilik vardır ve aslında aramanın mahiyeti bulmaktan daha önemlidir. düzenden, düzene uyum için yarattığımız benliğimizden soyutlanmak gibi. filmin bölümleri sanki bu aşamaları ifade ediyor gibiydi.

ve aşk... tüm anlamlardan ve kavramlardan soyutlanmış olan hayatın biriciklik hissi. hayatı rasyonel hale getirdikçe özünden saptırdığımız, rasyonel hale getirmeye çalışarak düzene uydurmaya çalıştığımız, beceremeyince de tümden reddettiğimiz o his. hepimizin şu hayatta kendini, hayatını en özel hissetiği o "an". hani çoğumuza çocukken isabet etmiş ve ömür boyu iz bırakmış olan, sonrasında bir daha karşılaşmamış olduğumuz o his. acaba biz mi karşılaşamadık? yoksa düzene uydurduğumuz benliklerimiz bu hissi inkar mı ediyor?

filmin baş karakteri bir tür uyanış ile düzen dünyasından kendini sıyırıp bu arayışa yöneliyor. varoluş arayışı genellikle anlamsız kalmaya mahkumdur. fakat film bir peşin bir kabul ile, yani bir anlam üzerinden arayışına çıkarıyor yolcusunu. izleyiciye bir cevap üzerinden sorular sorduruyor. bu anlam atfedilen kutsal kaynak ise aşk.

bizler sürekli yeniden ve yeniden başlarız. yarın yeni bir hayata başlama hedefi koyarız mesela. sonra öteler bir sonraki gün, bir sonraki hafta, ay, yıl... ve bir bakmışız hayat bitmiş.

bizler birer bulut gibiyiz şüphesiz; semadan gelip geçeceğiz.

işte bu yüzden, filmin son sahnesinin dediği gibi;
başla!

not: bu değerlendirme ekşisözlükteki knight of cups başlığında da yayımlanmıştır.

22 Şubat 2015 Pazar

hep birlikte masum değilsek, hep birlikte suçluyuz mu demek oluyor bu?

Dünyanın temel bozukluğu,
kişilerin yaşam uzamlarının karşılıklı sınırlarının
bulunmayışıdır –ya da, sürekli, çiğnenişi…

Dünya bozuktur,
çünkü kişileri
kendi kendilerine
bırakmaz.

Bu durumdan, ama, o ‘ötekiler’ nedenli sorumluysa, kişinin kendisi de bir o kadar sorumludur
–çünkü, bir yandan, kişi kendisi de bol bol çiğner ötekilerin sınırlarını; bir yandan da, o (aynı) ötekiler, kişinin yaşam uzamının sınırlarını çiğnemek amacıyla yapmazlar yaptıklarını.

(“Hep birlikte masumdurlar; ya da, hep birlikte suçlu”…)


İnsanın aklının alamayacağı korkunçlukta gerçekleşen bazı olayların sebeplerini açıklamakta psikolojiden, psikiyatriden faydalanmak bir tür pratik haline geldi. Fakat bu izahlar olayın toplumsal boyutundan çok bireye indirgenmiş bir değerlendirmesi olarak kalıyor zihinlerde. Böyle olunca da insan kendi sorumluluğundan büyük ölçüde azade bir şekilde olayları unutup gidiyor. Haber başlıklarını bilirsiniz “bir anlık cinnet” “alkol ve psikolojik sorunları olan…” “ailesi ile sorunlar yaşayan ve psikolojik rahatsızlığı bunulan….” “maddi sorunlar yaşayan ve psikolojisi bozulan…” gibi gider bu.

Bu sefer her ne kadar gazete manşetleri ve haber metninin içeriği pek değişmese de en azından sosyal medyada müthiş bir toplumsal yüzleşme ve hesaplaşma oldu. Bu süreçte cinsiyetimden utandığım günler yaşadım. Gazetede görülünce “vah vah insanlar nasıl da cinnet geçiriyorlar, ülke de iyice bozuldu ha” diyerek geçiştirilen olaylardan birisi olmadı bu sefer. Herkes elini taşın altına koydu. Kadınlar yaşadıklarını anlattılar, erkekler (tabi çok çok az bir kısmı) yaptıkları hatalar ile yüzleştiler ve hatta bir kısmının yaptıklarını anlatarak günah çıkardıklarına dahi tanık oldum. Peki sonuç olarak bir şeyler değişir mi? Bence değişmez; bu akım zaten çok az bir kesimde cereyan etti. Asıl potansiyel suçluların bunlardan hiç haberi yoktur eminim, zaten haberi olsaydı da herhangi bir yüzleşme yaşaması beklenemezdi herhalde.

Bunu etraflıca düşününce, memleketin her yerinde ve her kesiminde yaşandığını da görünce, ister istemez sebepleri basite indirgenemiyor, bunun ciddi bir toplumsal çürümüşlük olduğu gerçeğiyle yüzleşiliyor. Elbette sadece bu konu ile de sınırlı değil, toplumda genel geçer bir decadence durumu hâkim. Bir kesim ne yaptığını, nasıl yaşadığını bilmez haldeyken bir kesim de huzursuz ve umutsuzluğa sürüklenmiş durumda.

Bunları değerlendirecek değilim herhalde, bu en hafif tabiriyle ukalalık olurdu. Ne halimiz varsa göreceğiz; toplum homojen değildir ama toplumun ahlaki çatısı heterojen de değildir, herkesi aynı potada eritir. Yukarıdaki alıntı da biraz bu yüzden ekledim aslında.

Hep birlikte masum değil de suçluysak eğer, ahlakın -yani toplumun öngördüğü davranış pratiklerinin- birbirimize karşı sınırları belirleyemediği, dahası sınır ihlallerinin meşrulaştığı bir bozulmuşluğa evrildiğini söylebiliriz. Zaten bu çatının amacı bizi kendi halimizde varoluştan alıkoymakken, bir de şu bozulmuş haliyle içerisinde bulununca, daha önceden bir nebze de olsa benimseyemediğimiz halde uyum sağlayabildiğimiz bu kurallar ilginç bir şekilde benimsenen fakat uyum da sağlanamayan bir hale geliyor gibi. Bu kıyamet ortamında bizler artık bireysel varoluşlarımızdan çoktan vazgeçtik, bari en azından diğer tarafı düzeltebilsek diyebiliyoruz ancak.

Tıpkı hassasiyet ve şiddet gibi; herkes kendince yol olarak seçip bu iki tarafa doğru çekildikçe aradaki bağ iyice gerginleşmiş, en ufak bir titreşimin her iki kesimden de herkesi savurduğu bir etki açığa çıkıyor gibi. Hal böyle olunca egemenler için daha ne olsun; ufak bir fiske vurması yetiyor ortalığı birbirine katmak için. Şu satırları yazdığım sırada yeni çıkan yasa ile artık kırılıp dökülen ne varsa tıpkı bir moloz gibi toplayabilme imkânına da kavuşuldu. Daha ne olsun?

30 Ekim 2014 Perşembe

uygarlık

“Uygarlık kişinin kendi gündelik yaşamını, daha geniş bir bütünün parçası; kendinden başka insanları -giderek, bütün insanları; insanlığı-  kapsayan bir çerçevenin içindeki bir olanaklı konum olarak görebilmesidir.

Böylece, uygar kişi hem kendi yaşamına dışarıdan bakabilen, hem de kendi yaşam biçimi dışındaki yaşama olanaklarına içten, içeriden bakmağa çalışan insandır.”

O.Aruoba – Yürüme Sf. 48

Şehirlerin uygarlığı yarattığı kadar, uygarlık da şehirler yaratmıştır herhalde. Uygarlıktan nasibini almış insan bunu beslemesi için daha çok insana, kalabalığa, yani şehre ihtiyaç duyar çünkü. Uygarlık içerisinde kendi konumunu ve kendi konumu içerisindeki uygarlığı sürekli olarak insanlarla –kendisinden başka, farklı insanlarla- sınaması, beslemesi gerekir. Ne kadar fazla olursa o kadar çok sınama imkânı bulur, o kadar çok besler kendi uygarlığını. Eğer bunu yapamazsa –dar bir çevrede kalırsa- kendisini sürekli tekrar eden bir sınamaya dönüşür uygarlığı ki buna artık sınamak denemez herhalde. Böyle olursa, kendini daha geniş bir bütünün parçası, bütün insanları ve insanlığı kapsayan bir bütünün parçası olarak hissetmekten uzaklaşır belki de.

Bu uygarlığın insan için pozitif ve yapıcı tarafı. Mesela iyi bir roman okuduğumuzda, yazarın kafasında çizmiş olduğu kahraman ile nasıl da bunu mükemmel yansıtabildiğine şaşırırız. Aslında kaleme alınan kahraman değildir, kahramanın gözünden tüm insanlığı kapsayan çerçeveyi şöyle bir gezer ve sonunda kendimize yönelerek bu çerçevenin neresinde olduğumuzu sorgularız.

Bunun bir de negatif ve yıkıcı tarafı vardır. Daha geniş bir bütünün parçası olarak hissetmek için, yani bir birey olarak toplumda homojenize olmanın en temel unsuru da sanıyorum ki adaletten yani karşılıklı adil olmaktan geçer. Bir birey olarak topluma karşı adil olmak, adil bir mesafede durmak; toplumun da kendisine karşı adil olduğu ve aynı mesafede durduğuna inanmak bu bütünlüğün en temel taşı olsa gerek.

Uygarlık dediğimiz şey çoğulluktan meydana gelir derken bu sadece kuru bir nicel çoğulluk olmasa gerek. Bu bütünü oluşturan çoğul (toplumsal) bilinç ile her bir tekil bilincin ortak değerleri ve kabulleri vardır. Bir birey olarak sindiremediğimiz şeyler olduğunda bunun toplum tarafından da sindirilmemesi gerektiğine inanırız. Keza toplum tarafından sindirilemeyen şeyler olduğunda bizim de bunu sindirememizin gerekliliği bireysel açıdan bir önkoşuldur.

Kendisini düşünsel anlamda besleyen, daha çok hikâyeye tanıklık eden,  uygarlıktan daha fazla nasibini alan kişinin eriştiği şuur şüphesiz ki daha hassas bir adalet terazi gerektirir. Bu hassasiyet tanık olunan her bir olay karşısındaki tutumumuza yansır ister istemez.

Uygarlığın insan için yapıcı tarafı ne kadar şehirlerde, sokaklarda veya gündemde cereyan ediyor bunu sanırım hiçbir zaman kestiremedim. Bu tür bir yabancılaşma her çağda yaşanmıştır elbet, bu belki de yapısal bir şeydir kim bilir. Fakat tonlarca ağırlıkta adaletsizliğin tüm çıplaklığıyla gözler önünde olduğu bir çerçevenin içerisinde, gramlık değerleri ölçen hassas terazisiyle insan kendisine nasıl olanaklı bir konum sağlayabilir?